Monday, September 26, 2016

MUHACİR KELİMELER HARİTASI



Tanrım, biz sürgün yollarında kırılırken
Sen hangi sokaklarda dolaşıyordun?








Muhacir ömrümün kalan tek tanığı
Kız kardeşim Rabia Öğe’ye





Muhacir Kelimeler Haritası



Sedat Şanver





yazı kültürü







MUKADDİME

Tanrım,
Yaratan sen değil misin bu yeri ve bu göğü
Ve içindekileri ve altındakileri
Dağın taşın üstünde hoyratça dolanan
Bu  kaygısız güneşin tapusu sende değil mi?
Öğütüp un yaptığımız buğdaya renk katan
Otlara, sulara ve elbet tuza tat ekleyen
Bülbüle ses, güle nefes üfleyen sen değil misin?
Sen değil misin alan ve veren; yoku var eden?
Bağışlayan ve cezalandıran?
Uçmak isteyen karıncayı havalandıran?
Avcının gözünü kör edip tavşanı tuzaktan kurtaran?
Tohumun zerresine mucize saklayan?
Senin hükmün değil mi bizi insan eyleyen?
Nedir başımıza gelen sebebi sorgulanmaz bunca dert?
Söyle, kime yük oldu bu fukara beden?
Kimden dilenip kimin mutfağında yedi yağlı börekleri?
Gölgemiz perde olup hangi ışığı örttü?
Hangi meyhanenin şarabı dolaşıyor damarlarımızda?
Eşiğinde sızıp kaldığımız bu kapı kimin? Söyle,
Hangi günahın cezasıdır payımıza düşen bu kıyam?
Dökülen bunca kan hangi kabahatin karşılığı?
Korkularını üstünden atamayan silahla
Nasıl savunacağız kendimizi?

Ceylanın bileği kırık, kuzunun eti çürük, kekliğin dili eksik
Suya fırlatılan taş sekmeden batıyor dibe
Kesilen baş inat etmiş düşmüyor omuzdan
Acemiyiz, bildiklerimiz işe yaramıyor senin sofranda
Ekmeği hangi elle koparıp çorbayı hangi kaşıkla içeceğiz?
Bıçak neyi kesecek; tahtanın üstünde ne doğranacak?
Darağacında kimi asacağız?
Ateşte kim yanacak, kim pişecek? Son adımını
Uçurumdan aşağı atacak cahil de kim?
Aradığını bulmadan eve dönen biçarenin suçu ne?
Sözün uçup gitmesine nasıl tahammül edebilir gönül?

Sebebi olmalı tüm bunların; harflerin yan yana gelmesinin
Renklerin, seslerin, kokuların; hainlerin ve kahramanların
Dölleyen erkeğin, doğuran kadının
Gülün rengi ile güneşin durduğu yerin
Uyuduktan sonra uyanmanın, öldükten sonra dirilmenin
Hasta olup şifa bulmanın
Sebebi olmalı senin karşında diz çökmenin

Yazgımızı
Anlayacağımız dilde fısılda rüzgârdaki suretimize
Hazırız; söyle, bilelim:
Sen değilsen bu zulmü bize reva gören kim?



DOĞUM SANCISI

Az kalsın her şey bitti, diyorduk; yeni başlıyormuş meğer

Düştüğü yere gömeceğiz bundan sonra ölenleri
Yolları yormanın anlamı yok
Takati kalmamış kimsenin
Sıkı kundaklara sarıp sarmalayın boynunuzdaki muskayı
Hava soğuk
Çeşmenin alnına yazılı kûfi ayet buz kesmiş
Derin uykuları uyuduğu beşikte üşüyor tanrının sureti

Gel, kırlara doğru çıkalım
Kendi ayaklarımızla yürüyelim patikalarda
Taş, çaresiz teslim olacak çekiç darbelerine
Börtü böcek yitirecek yurdunu; unutma
Ağzında dili olanlar oturacak sofranın baş kısmına
Bak, karınca yuvalarını korku kaplamış
Gaz doldurup ateşe veriyorlar tünelleri
Gidenler bir başına, uğurlayan yok
Kaleler kuşatılmış, burçlarda yalnızlık dalgalanıyor
Acıyı diri tutmaya yardım ediyor zulmet

Kadınlar, suyun altında kaygıyla başlıyor ibadete
Kuşku her köşeyi işgal etmiş; sıra kimde, bilen yok
Az sonra biri daha ayrılacak aramızdan
Ağız açılmadan sayım başlıyor hiçlik âleminde
Yoktan var edecek tanrı, pencereler tedirgin
Sırça köşkte görünmeyeni gösteren duman

Ağır adımlarla işten eve dönüyor işçiler
Duvarın üstünde yan yana sıralanmış sokak kedileri
Usulca ikiye yarılıyor bacaklar, tarifsiz bir kızıl çığlık
Ansızın en zayıf noktasından kırılıyor fay hattı
Ortalığa saçılıyor tespih taneleri; imameyi sıkı tutun
Şimşekler, gök gürültüleri; nefes alan meçhul katre
Kendini ıslah eden bulut kümesi
Başladı işte fırtına
Buğulu manzara çekip gitti dağlardan
Geldi dayandı mahrem kapıya mucize
Böyle giderse her tarafı ışıltıya boğar bu yağmur
İçimizden birinin söylemesi gerek:
Acının acıyı değil; sevinci beslemesi marifet
Anlıyoruz; biz asla öğrenemeyeceğiz bu zavallı ömürde
Değirmenin çarkı neden boş yere suyu öğütür
Rüzgâr neden önüne katıp götürür eksik ömrü
Cevabın kendisi olmuyor hayatımıza hükmeden
Soruları baştan çıkaran bilinmezlik şehveti
Her yol çatalında yeni bilmece çıkıyor karşımıza

Bak, bir insan daha silah olarak kullanıyor ellerini
Tuzlu ekmek yiyor, su içiyor ve yürüyor sadece
Öç alıyor eksik yaşanmış zamandan
Damarlarını söküp fırlatıyor düşmanın önüne
Kan fışkırıyor sözcüklerin arasından
Çocuklar yanık kirpikleriyle direniyor lanetli masala
Sakallar usturayla dipten kazınmış
Bıyıkların ucundan tütün kokusu sarkıyor
Elini toprağa sürüp abdestini tazeliyor kaktüs
Olan biteni anlatmak parmaklara düşüyor

Elbette biz, sonrayı ve ölümü hep merak eden biz
Sebebini bilmeden eşeliyoruz mezarları
Olan bitene kimse şahit olmayınca, çıldırıyoruz
Günler boşuna avutuyor amin bekleyen duaları

Birbirimizin elini tutalım korktuğumuz gecelerde
İçecek suyu, yiyecek ekmeği olalım yoksul bedenlerin
Karayel alıp başını gitmeden başka denizlere
Bitirelim insafsız savaşları
Bülbülün aşktan daha önemli işi var kafeste
Geyiğin bakışları boşluğa saplanmış kaderini bekliyor
Kavganın sonunda
Tüfeğin tarihini yazacaklar tabaklanmış derinin üstüne
Keklik son efsanesinde tuhaf telaşlı
Yaban keçisi kendini en kötü sona hazırlamış
Bir ayağı boşlukta, kaderinin üstünde zıplıyor alageyik
Ceylan, avcının kucağında tek başına tutuyor yasını
Gözler ağır, el ayak şişkin, dudaklar kuru
Evliyaların uzun kemikleri çatırdıyor sancıdan
Yüksek tavanlı binalarda ararken tanrıyı
Bu kadar eziyet çekeceğimizi nasıl tahmin edebilirdik?
Bir düş ülkesi uğruna öleceğimiz kimin aklına gelirdi?
Rüyada görsek inanmazdık
Turnalarla birlik olup sonsuzluğa uçacağımıza?

Çocuğum
Sen değilsin yeryüzünün sahibi
Ellerin, bacakların; içten içe kanayan saç dipleri
Kaskatı kesilmiş bu damarlar senin değil
Kuru cam parçasına dönmüş tırnaklar
Az daha zorlasan “çıt” diye kırılacak ruh
Sana ait değil buralı olan hiçbir nimet
Dünyanın kahrını görmekten yorulmuş gözleri
Yuvalarından söküp körlere dağıt
Bak, buruşuk derinin altından kemikler fırlamış
Anla ve öğren; efendi değil, kölesin bu tenin içinde

Söyleyin; canı ağrıtan bu yer neresi, kimin yurdundayız?
Açılın önümüzden, asılacağımız sehpayı görelim
Celladın beklemeye tahammülü kalmamış, kalmasın
Güle ihtiyacımız yok, koynumuzda büyüttük biz dikenleri
Çekin kenara bu sefil, bu berduş ahaliyi
Kimse bilmiyor kimin eline düştük
Bize küfreden bu soysuz kalabalığın sahibi kim?
Göğsümüzü ikiye yaran çakıl taşına soralım
Nehrin bitmeyen derdini söze o döker belki
İnsan kendinden neden umudunu keser
Çok geç öğreniyoruz biz bütün bunları
Gün bitiminde aynı şey oluyor yine
Kimin olduğu belli olmayan ses
Karşı duvara çarpıp kucağımıza düşüyor
Payımıza bir tek kupkuru söz kalıyor bu âlemde
Doru kısrak ruhunu alıp gidince aramızdan
Anılar, sararmış yüz, kırgınlıklar uyuyor yatakta
Sonunda İbrahim’in de öldüğünü anlıyor herkes

Meğer her şey yeni başlıyormuş
Hazır olun, size daha kötü haberler de vereceğim




TAŞ AĞRISI

Meğer bilmeden
Ne çok korku saklamışım ben bu bedenin içine

Ömür,
Koşar adımlarla geçiyor yanıbaşımızdan
Aldırma söylenenlere
Çeşmenin suyu kesik, bize ne
Yıkanacak gömleği olan düşünsün
Çekip kopar
Memelerinin ucuna yanlış dikilmiş düğmeyi
Derinin altında ne varsa dökülsün ortalığa
Dolaştığımız sokaklara savur kuşkuları
Usulca mırıldanmaya başla sevdiğin şarkıları
Boş ver başımıza gelen bütün belalara. Bak
Önünde öylesine durup sebepsizce bekleştiğimiz
Bir türlü içini göremediğimiz
Ne çok hiçlik duruyor gözümüzün önünde
Elinde kalan kelimelerle kendi efsaneni yaz
Zamanın pörsümüş etine geçir dişlerini
Takatin kalmışsa ayağa kalk
Terk et seni yatırdıkları yatakları, bırak
Meydanlara dikilmiş anıtların kaidesinde
Sonsuza dek yaşayacaklarına inananlar uyusun
Bırak, kendi alfabesiyle okusun herkes
Bu mağlup hikâyenin eğri büğrü harflerini. İsteyen
Bir yenilgi daha ekleyerek katılsın kavgaya
Parmak uçlarını yakan alevle oynaş
Bak, durmadan yer değiştiriyor şehrin sakinleri
Göğün ayıpları kutsal evlere sığınmış. Gece,
Bir türlü bıkmıyor kesik kesik öksürmekten
Az daha zorlasak göğüs kafesini
Ciğerleri avuçlayıp masaya koyacak
Tırnak kanatıyor deştiği yarayı

Gel, hiçliğin ellerinden sıkıca tutup
Emin adımlarla yürüyelim cennetin cahil köşelerine

Keklik, çığlık çığlığa aşkı çağırıyor yardıma
Yangın, haşarı kıvılcımla işaretliyor yakacağı yöreyi
Seherin serinliğinde dudaklara ilişmiş tekerleme
Herkes, ilkin kendi hastasına çare arıyor
Buz, dağdan kopardığı kılıcı bulutlara saplamış
Her insan başka dünyanın kahramanı
Ne varsa sona eriyor; anlıyoruz, burada bitiyor yol
Sahipsiz sesler ansızın çevirip kafasını
Cama fırlatılmış taşı görüyor
İçimdeki bekleyişi kalabalıklarla uğurluyorum sonsuzluğa

Ateşin külden korktuğu söylenirdi; bak, bu doğruymuş
Suyun şırıltısı çekinirmiş meğer kendi akışından
İhtimal vermemiştik, ama bu da doğru çıktı
Yaşadıklarımızdan geriye ağır aksak hatıralar kalırmış
Bu da pek yanlış sayılmaz
Öyleyse haber verin bahçeye
En güzel rengiyle açsın hüsnüyusuf
Sarıp sarmalasın duvarı sarmaşık
Vakti varken gül dalının
Doyasıya salınıp dursun rüzgârda

Ortalık paramparça, ayakların altı mosmor
Hakkımızda kırık dökük yığınla tevatür
Bir an durup dinlesek
Büyük ihtimal biz de anlayacağız
Dile gelecek bebeğin derdini
Topal karınca, kör yılan, başsız güvercin ve ben
Çürümüş ölülerin başında nöbet tutuyoruz
Işıkları kapatıp ibadete başlıyoruz hep birlikte
Anlıyorum: meğer bile isteye
Pek çok acı biriktirmişim ben bu dilin içinde



MAHALLENİN MEYHANESİ

Meyhanenin yoksuluyuz; sohbet zayıf, şarkılar serin
Karşı masadan çifte mutsuzluk gönderilmiş soframıza
Gömlek cebinde asabi çizgiler, harami ipek mendil
Kabul edin, bu alkol dolu kadeh üstümüze zimmetli
Hiç durmadan tüten bu simsiyah yalnızlık
Parmak uçlarına pek uygun

Gökyüzüne kurun bu akşam çilingir sofrasını
Sarhoşluk en çok kuşlara yakışıyor

İnsanoğlunun gözü kara
Eline ne geçerse boşluğa fırlatıyor
Soluk almadan istifliyor çöpleri paltosundan içeri
Hakkı olmayan elmanın peşinde koşturuyor durmadan

Gelin, kumar oynayalım
İhanetlerimizi ortaya koyarak anlaşalım birbirimizle
Kazananın elinde kardeş ölüsü kalacak bir tek
Sakinleştirici ilaçlar, suç aleti sözcükler; epeyi mal mülk
Korkudan bitirilememiş cümleler
Kabahatin savunmasında kanıt olacak pahalı itiraz
Ruhumuz kadar dolandırıcı, üçkâğıtçı, sahtekâr vaatler
Titrek kalemin yazdığı anlaşılan soysuz uzlaşma metni

Biz hepimiz
Oyunları baştan kazanmış hepimiz
Varsa eğer mermi atan oyuncaklarımız; kurşun askerler
Hançerler, kasaturalar; ustura ya da bıçaklar
Ve elbette şişe parçaları, cam kırıkları, jiletler
Ne güzel parlıyor, değil mi; katilin elindeki ay ışığı
Herkes adının ilk harfini
Meydanda sahipsiz yatan cesedin sırtına kazısın
Yerdeki şehvet kadar gerçek değiliz nasılsa hiçbirimiz
Acı çekmeyecek bundan sonra sinir uçları
Nefret, boşaltırken kendini pahalı bedenlere
Damarları birbirine bağlayıp firar edeceğiz bu dünyadan
Çırılçıplak koşacağız genelevlere doğru
Başıbozuk sokaklarda fotoğraflarımızı arayacağız 
Nereye gideceğimiz tabelalarda kanlı oklarla gösteriliyor
Ezberlenmesi gereken duaları
Afişlere koyu kelimelerle yazmışlar
Bizi hapsettikleri üniformalardan çıkış yok
Cadde mağazalarının vitrininde
Tanrının yeni modelini sergilemeye başlamışlar 
Kredi kartları ve şirket faturaları olan bitene şahit
Kutsal kitapların genişletilmiş basımı var piyasada
Kurtlanmış yaranın üstüne basın kızgın mührü
Günün sonunda
Başöğretmen kırmızı kurdele takacak göğsümüze
Tanıdık birinin fotoğrafını yapıştıracaklar karnemize
Yemin ederim
Sevgilime pahalı hediyeler alacağım doğum gününde

Söyleyin, bileyim;
Kendi başıma ne yapacağım ben bu kupkuru sözcükleri
Ekmek, su, tuz değil öpüşürken dudaklardan sızan iniltiler
Göğse yaslayıp uyutacağımız
Bebek ninnisi değil ortalığa dökülen fısıltılar
Seni sevmeye yetmiyorsa ne işe yarar bu dil
Bunca gözyaşı, bunca ihanet; bu kadar kırgınlık
Porselen tabaklarda servis edilen zeytinyağlı mezeler
Gümüş çatal-bıçak, ipek dokuma peçete
Dilbilgisine uygun fiil çekimleri
İçimizi ağrıtan kelimeler; cinsiyeti belli olmayan sesler
Kurallara uygun cümleler

Savunmamız sağlam
Getirin el basalım sözleşmenin ilgili maddesine
Bildiklerimiz bu kadar; hayata dair başka sözümüz yok

Kadeh boşaldı, seferberlik ilan edildi, ortalık karışık
İçli bir ah bile çekemedik kendi başımıza
Çarşıda bir telaş, bir koşuşturma; esnaf tedirgin
Oyun erken bitti, sahibimiz yenisini başlatacak
Herkes kendine yakışan cellatı arıyor seyyar satıcılarda
Kaldırımda duran cesetin acı çekmeye niyeti yok
Ücra bir köşede durmadan içiyoruz
Masada ne varsa sarhoş oluyor
Şişenin dibinde kalan son damla şarap toprağa dökülüyor

Kural değişmiyor
Yine bir ölüyle ayrılıyoruz meyhaneden



MİSAFİRHANE KAPISI

Gece, koynunda koyu bir korkuyla uyanır
Gün, elinde keskin çığlıkla sabahı beklemiş

Kemik saplı bıçak öylesine duruyor sofrada
Toprağından sürgünlerin heybesinde zeytin-ekmek
Evin payına düşen sabır... Kilerde şarap
Fotoğrafta huzurla uyuyan çocuk
Sarımsak acısı, çorbaya katılmış azıcık reyhan
Ocakta kendini içten içe kaynatan bakır tencere
Yoksul bacalardan sızan titrek duman

Perşembeden cumaya bir türlü atlayamıyor takvimler
Emirleri mors alfabesiyle taşıyor telgraf direkleri
Anladık, bir tek ölüm duygusu terbiye edecek
Yeryüzüne sığmayan insan sürüsünü

Zabitler dolaşıyor ortalıkta delibozuk hâlleriyle
Ceplerde yağmalanacak adresler
İşaretlenmiş kapı numaraları, tenha vakitler
Eli kanlı haber ajansı açık etmiş şifreyi
Yangının ortasında petrole bulanmış üstüpü

Gökten üç elma düşer, meydan ana baba günü
Uzaklarda yanan şenlik ateşi
Parlak takılarla süslenir korkak anıtlar
İntikam peşindeki kılıç dolaşır durur bahçede
Yaprağın ömrü ağacın kökünde saklı
Hazır olun, lodos kıyıya yaklaştırıyor batıkları
Yenilmek kaderiydi baharın ilk çiçeğinin
Yolun sonunda kahramanlar yorgun
Tekerlemelere dili dönmüyor masalların 

Gece uyandı, elinde morarmış yalnızlık
Kadınlar, aceleyle çıkardı emanet giysileri
Erkekler, sığınakları fazladan bir kere daha kilitledi
Çocuklar, ölülerin arasına sakladı oyuncaklarını

Pencerenin önünden çekil
Ürkek adımlarla yürü karanlıkta
Coğrafyanın kedisini kucağından bırak, eşyaları toparla
İlkin yeni adlarımızı ezberleyeceğiz
Doğum yeri ve saati bekleyebilir
Bir ayna bulalım
Yüzümüze bakıp kim olduğumuzu öğreniriz belki
Belki tanıdık biri çıkar karşımıza
Sınırları unut; yokluğun işlerine karışma
Hayatın işi sorulara cevap bulmak değil, şüphe uyandırmak
Bunu anlamak çok mu zor
Bir ay dökülür ortalığa akşamı beklemeden
Renginden daha büyük ay
Kalbi tutsak alan bulutlar
Kenar mahallelerde neler oldu
Hatırlamaz bunu gün doğumunda işi olmayan kimse

Kalkın çocuklar, sıkı giyinin; gidiyoruz
Burası da değil yurdumuz



KÜFENİN DARASI

Adımızı
Herkesin göreceği bir yere bırakıp kaçalım şehirden

Bu topraklarda yaşadığımıza dair tek şahit yok
Kayıtlara göre saksıdaki sardunya kimsesiz
Çekip gitti mutfaktan fesleğen kokusu
Sokağın kapısı kırık
Duvarın oyuğunda saklanan mektubun sahibi
Ortalıkta değil epeydir
Gözaltları morarmış, tiftik çorabın ilmeği kaçık
Dededen kalma kırk düğme yelek düşüyor omuzdan
Kimsenin üstüne uymuyor sırma işlemeli gömlek
Tanıdık gelmiyor sitenin girişinde yazılı alfabe
Sırtımızda bir efsanenin gittikçe ağırlaşan yükü
Sıranın bize gelmesini bekliyoruz kaygıyla
Dağlar
İmparatorluklar gibi dalgalanarak yıkılıyor art arda

Bir coğrafyanın kalbi tam da böyle kırıldı işte yollarda
Duduk sesiyle gömdük ölüleri çölün ortasına

Acem işi bir masalın ortasında ağlıyor kuşlar
Ezberlediğimiz kelimeleri bir araya getirip
Örtüyoruz insanoğlunun günahlarını
Dönmeyenlerden anlıyoruz kayıp sayısını
Parmakları donanlardan nehrin soğuğunu
Uzakların hiddetini elbette biliyorduk
Ama bir türlü öğrenemedik elimizi tutan katilin niyetini
Parçalanmış kaç beden bıraktık kim bilir geride
Yanı başımızda yenilgi hikâyeleriyle korkutulmuş halk
Geçkin yaşa rağmen yüreği esir alan tıfıl merak
Bir türlü anlayamıyoruz
Neden peygamberi yok Farisî dillerin

Tuza yatırdım dilimi, sessizliği incittim
Eksik dişlerimle çiğnedim peksimeti
Lodos söndürdü tencerenin ateşini
Hayata olan borcumu
Elimden gelen suçları işleyerek ödedim

Ekmek ve su kaldı yedekte, gece uzun
Kösteği çıkar, saati kur ve toprağa uzan
Uykunda yürümeye çalış uçurumun kıyısına
Düşlerini çocukluktan kalan oyuncaklar oyalasın
Kayıp tekerlemeleri topacına dolayıp çevir
Çevir, tüm hatıraların başı dönsün
Kartal kalksın, dal sarksın
Bulmacanın eksik harflerini de bulup çıkar torbadan
Aralıksız şarlayan gök, hangi çiçeği ıslattığını unutsun
Bak, yağmurun arasına ufak tefek ışıltılar karışmış
Dikkat et, bıçkın bir küfür de çıkar birazdan karşına
Herkes usulca çekilmiş kendi kuytusuna
Karanlığın aynasına saklamışlar bayram hediyelerini

Adını bir taşın altına bırak ve ayrıl buralardan
Yoklama yapılırsa şehri terk ettiğimiz anlaşılmasın



UNUTMA BENİ ÇİÇEKLERİ

Başarabilir miyim, bilmiyorum
Yaşadıklarımı unutmayı deneyeceğim ilk iş

Yastığın altına yaşadığımız önemli vakitleri sakladık
Saatler, her daim ilk buluşmaya ayarlanmış
Akrep, bir türlü ilerlemiyor başka mevsime
Çekip alsanız onu hüzün demetinin içinden
Kırılan boynunu onaracak yetim karanfil
Rüzgârgülü de öğrenecek böylece
Günbatımlarında hangi yöne kanat açacak

Ahali esrik, bilen yok; kafile hangi köprüden geçip
Hangi düzlükte soluklanacak
Tenimize kırbaçla çizilmiş sarp güzergâhlar
Yenik bir tarihi orada bırakıp
Tek başına yürüyoruz esreden üstüne

Küskün laleler sırtını göğe çevirmiş
Ağzımızın kıyısında çam sakızı çoban armağanı ıslık
Kovulduğumuz coğrafyaların bozuk lehçesi
Yol boyunca dökülen çeyizlerin parıltılı pulları
Süslü giysiler, nişan yüzükleri, dantel evlilik çiçeği
Ah ile vah arasında kalan yerlerde konaklayacağız
Omuzdaki heybeye anılarımızı doldurmasaydık keşke
Belki daha kolay olurdu
Bu kadar ağır yük olmadan ölülerin üstünde yürümek
İzin verirlerdi belki
Şarkılarda yalınayak baş kabak dolaşmamıza

Kimse kafasını geriye çeviremiyor, omuzlar düşük
Baş eğik, koltuk altına saklanıyor eğreti çığlık
Kelimeler alfabede rehin, kendi sesiyle konuşan yok
Ağıtlar, dağın yasak yanında çekiyor çilesini

Gölge karaborsaya düşmüş, ekmek alacak para yok
Kurtuluş umutları kadınların bacak arasında saklı
Hiç durmadan çöle gömülüyor sübyan bedenler
Büyük felaketin üstüne asıyorlar vergi levhasını
Emirler kıldan ince, küfür kılıçtan keskin
Yerde bulduğumuz kimlik kartları yırtık
Elleri kanatan dikenli tellere çare bulmak gerek
İşe yarar avuntu, avucun ortasına haklı sebep
Olmuyor, genç kızlar bembeyaz saç örtülerini söküp
Suyun karşısına fırlatıyor
Haritanın kirli renkleri çıkıyor aniden ortaya
Denize yurt kurmaya çalışan son taş parçası da
Karaya ayak basıyor nihayet
Çocuklar, tanrının elini tutuyor kayığın içinde
Kimseye söylemiyorlar sırlarını
Gecenin utanma duygusu saklanıyor ağızlarda
Balığın payına oltanın ucundaki iğne düşüyor yine
Hiç başlamamış bir önceden
Asla bitmeyecek bir sonraya dönüyor günler

Gözlerimiz yanlış tarafa bakıyormuş; doğrudur
Elden ne gelir, sevgili orada duruyor hâlâ bir başına




KARANLIĞIN SURETİ

Çocuklar,
Komşu alfabeleri yağmalayarak öğrenir ilk kelimeleri

Aynı gökyüzünü paylaşmak uğruna
Sivri burunlu ayakkabılarla dövüşür halklar
Sofrada çatal bıçak; pencerede jiletten keskin bakış
Çorbanın böğründe aynalı taraftan saplanmış kaşık

Ağaca tünemiş serçe anlam veremez olan bitene

Gelin
Günahlarımızı birbirimizin içine saklayalım
Hayata dair tuhaf hikâyeler anlatalım çocuklara
Uysal ninniler söyleyerek uyutalım yetimhaneleri
Ölü evinde bir kap yemek, taziyede hüzünlü bakış
Aşure pişirdik; nohut oda, bakla sofa
Tepside güneşin hiç bitmeyen batışı
Kâsede karanfil kokulu ikindi vakti
Kızlarının kulağında zincirli küpe deliği

Balıkların haberi bile yok kıyıdaki telaştan

Kovayı daldırsak şimdi denize, etraf ışımadan
Suyun yırtılışı yanımıza kâr kalacak
Tanıdığımız tüm kapılarda sultan mührü
Bahçe duvarında çarpı işareti
Ahali aralıksız ibadet ediyor kuytuluk köşede
Böyle giderse paylaşacak sevap kalmayacak ahirette
Başkasının yarasına bakmıyor kimse. Bilen yok
Kendini öldürecek daha kaç katil çıkabilir içimizden

Suya, toprağa ve havaya saçılmış yıldızları
Toplayarak çıkalım sabahın karşısına
Bu viran gönlü rüzgâra bırakalım
Mümkünü varsa; bir tek o okşasın çıplak teni

Tıkırtılarını duyup suretini göremediğimiz korkuları
Kilitli kutulara hapsetmişler
Gecenin asıl rengini görmek ne mümkün bu telaşla
Yol kapalı, ahali ateşe yaklaşıyor, gözlerde sürme
Ortalık zifiri karanlık, idare lambası kullanalım
Ümit edelim de hikâyenin sonu güzel olsun

Gün ağardı, el ayak çekildi metruk binalardan
Nar mevsimi geçti; sular serinledi, yapraklar dökük
Yarasalar kör yüzyılı bekleyecek avlanmak için
Yıldızları yan yana gömüyoruz göğün içine
Ölülerin gölgesi
Tek başına düşmeyecek artık çölün üstüne

Aynı dili paylaşmak uğruna
Kavgaya başladı yine ağzın içindeki hırıltılar

Sevgilim
Gel, biz seninle başka yere gidip orada sevişelim





HİCRET KOKUSU

Kahramanların madalyalarını koklamak
Aklına gelmedi kimsenin
Yoksul bir ülkenin iç cehennemine fırlatılırken insanlar
Yırtık haritaların dışında talim yaptı amele taburları

Uzaklarda, dağ başında; bulutların üstünde kuruyan duman

Kıtlık zamanı; ekmek, süpürge tohumundan
Kilerde kalan erzak çaresiz
Cumhuriyet ordusu beslenecek çift öğün
Süt dişleri pazarda haraç mezat
Şehvet talan ediyor körpe teni
Uçurumun dibinde göğün saklı zaferleri
Leş kargaları uçuşuyor miladi takvimlerde

Yanık et kokusu duyan var mı coğrafyanın bu yanında?

Karşımıza çıkan ilk gün doğumunda
Kuşlarla birlikte başlayacağız ibadete
Memleketin sınırları yeniden çizilecek kış sonunda             
Binanın hâli harap; tahtalar gıcırdıyor, ağız kuru
Sımsıkı kapanmış pencere, korkarak tütüyor ocak
Darmadağın köşeye misafir olmuş örümcek ağları
Kemikler ayazdan dert yanıyor
Rutubete kurban gitmiş diz kapakları
İncecik dudaklarıyla sızlıyor eklem yerleri
Yağlı hamurla avutuluyor derin ağrılar

Mermi pahalı, kasatura ile deşin tarihin işkembesini

Ordunun çift pırpırlı zabiti süngü takmış tüfeğin ucuna
Korkudan din değiştirmiş bir çift turna
Teşkilat, kapı önünde nöbette
Başkumandanın emri:
Kökünden kazınacak kızların saçları
Kimyasal mermi fırlatacak namlular

Tası tarağı toplayın, medeniyete gidiyoruz

Karanlık çöküyor aniden coğrafyanın üstüne
Farklı dilde yağıyor yağmur
Sürgün şehirlerde zamanı eskitme vakti
Arızalı saatleri gecenin hakkından düşelim
Gürültülü adamlar geçiyor sokaktan
Çocukları çuvalların arasına saklayın
Devlet, genç bedenlerle besliyor ateşi

Davul sesinden anlaşılıyor: Aşiretler kaybediyor savaşı

Anılardan başka ışığın kalmadığı tuhaf bir ömür bu
Denedik, olmadı. Olmasın.
Mümkünse boyun eğmediğimiz yazılsın tarihe
Alacağa sayılsın bu seferki gidişimiz





MUHACİR YARA

Kelimelere güvenip boşluğa hikâyeler sarkıttım
Sonu olmayan masallar uydurdum dünyaya

Acıyı azaltacak merhemi sürün yaranın üstüne
Yola çıkın, unutun aklınıza gelen ilk harfi
Her neredeyse
Arayıp bulun eziyeti bitirecek sihirli kelimeleri

Bu çöl sıcağında tek bedene sığmazken korku ve kaygı
Kılıç artığı herkes gökten yardım bekliyor. Kutsal kâseler
Tren katarlarına erkenden istiflenmiş
Katıksız ekmek yemekten
Tüyleri dökülmüş din adamlarının
Efendi evlatlara yakışan iş arıyoruz bahçede
Polis sirenleri ikiye bölüyor sohbeti
Sabaha kadar kül tabağında yakıyoruz hatıraları

Taşı taşla kırdık, demiri demirle kestik
Topraktan cam yaptık, camdan nazar boncuğu
İnsanı sudan yaratan efsanelere inandık
Âdem’i var eden Havva’ya
Nuh’un heybesindeki toprağa ve tohuma güvendik
Korkarak yürüdük dağların ve nehirlerin kıyısında
Kuytuya yerleştik; vakit doldu, çıktık mağaramızdan
Kavanozun içinde kör olmaktan korkan mum ışığı
Yüzümüzde
Mucizeleri umursamayan çocuk bakışları

Kuşlarla konuşmayı bilseydik keşke
Suların sesinde ağlardık canımız çektiğinde
Süleyman'ın dilinde anlatırdık derdimizi rüzgâra
Ayrılığa iyi gelen söz öğrenseydik
Elimimizi kolumuzu daha az oynatırdık gurbet ellerinde

Bu kadar şaşırtan ne hepimizi?
Coğrafyanın kaybedip tarihin kazandığı zamanlarda
Şarkılar elbette ağlatır insanı
Bir aşk kaç parçaya bölünür sanıyordunuz siz?
Kalbine derin darbe alan ülkeler kaça ayrılır?
Ortalık kırık dökük cam; ruhumuz tuz buz

Gelin yeni kâbemizde ibadet ederek başlayalım güne
Yemeği birlikte yiyip birlikte içelim sofradaki şarabı
Kavganın sonunda tanrının hayatta kalması için dua edelim

Kelimelere bağlayıp uçuruma sarkıtıyorum kendimi
Bütün meziyetim şimdilik bu, çok da gelmeyin üstüme
Yemin olsun, çare bulamazsam aklımdan geçenlere
Boynumu çizerim hepinizin gözünün önünde




MÜSRİF MANZARA

Elbette pişmanız bu kadar yakın durduğumuz için insana
Takvimlerden doğduğumuz günü çıkarabiliriz isterseniz

Gök dipsiz kuyulara fırlatmış kursağındaki renkleri
Gül ağacına yazılan umutlar
Nehir yatağında akıp gitmiş
Yeryüzü ıslanmasın diye ergen yağmurlarda
Toprak damları dövüp duruyor erkekler
Kadınlar
Sırtını güneşe dönmüş cepheden oğul bekliyor
Börtü böcek
İğne yapraklı ağaçların altında ibadete hazırlanıyor

Günün en eski hâli: Daldan düşen yaprak
Toprağın rahminde ilerleyen nişastalı yumru
Siyah örtüyle her yanı kaplayan akşam
Dayanamayıp inancını yitiren gölgeler

Gel, 
Sonraya dair hoyrat sözler yazalım niyet kâğıtlarına
Kelimelerin ilk harflerini
Bile isteye unutalım kitapların arasında
Aklımızda kalan şüpheli adresleri ziyaret edelim
Eksik kalmasın aşk kırgınlığı ve bağışlanmaz bahar
Bırak, üstüne günah yüklenmiş biri
Tutup tam ortasından yırtsın tarihi geçmiş inançları
Tavaftaki ayak izlerini kim isterse o süpürsün sokağa

Üstümüzü örtelim
Bu yalnızlık, bu kimsesizlik üşütüyor ruhumuzu
Yaşlandık, çöplüğü kurcalamayı terk etmeli
Yokluğu ve yoksulluğu tasarruflu kullanmak gerek
Hecelere ayırarak söyleyelim istersen birbirimizin adını
Geldiğin vakit uyandır beni bu bitkin uykudan
Kavrulmuş kahve kokusu sarsın evin her köşesini
Guguk kuşlarının yaptığını yap sen de
Sıcak yatağa yerleştir yetim yumurtaları
Bilirsin; ben senin olan her şeyi
Sorgusuz sualsiz büyütürüm avuçlarımda

Zaman, elbette hızlı olacaktı yokuştan yuvarlanırken
Biz elbette hesabını soracağız günü gelince
Başı da sonu da felaket olan bu hayatın

Tanrım,
Çocukların yokluğunu gösterme bize
Eziyetten uzak tut çember çeviren parmakları
Yorulduk bunca zaman insanlara komşu olmaktan
Öldüğümüz tarihi silelim artık yazıldığı her yerden




GEÇKİN YOLCU

Söyleyin bilelim, bizi bu yurttan kim kovacak?

Hayat, aklına estikçe tehlikeye atıyor kış aylarını
Avucun ortasında gün ışığı görmemiş mühür
Elin üstünde gereğinden koyu çizgiler
Ayakların altı şiş, parmak araları tuzlu kırmızı
Omuzlarda iz bırakmış elbise askısı
Odadaki boşluktan payımıza düşen
Kısa, küçük, korkak adımlar
İç avluda işlenmiş kibar tespih püskülü
İşte yine aklımızı işgal eden o kavuşma anı
Çıplak tavanda büyüyüp duran film kareleri

Yağmur başlar başlamaz
Herkes ve her şey çekip gidiyor evden
Akşam yemeği tek kişilik, sofrada bir kadeh şarap
Dilini anlamadığın bir günah yaklaşıyor masaya
Yalnızlık delice korkutuyor kanepeyi

Parçalayıp çıkarabilirsin bileklerini morartan kelepçeyi
Miskinliği bırak, yürü istediğin yöne, yeterince büyüdün

-Böyle vakitlerde kendimi terk edip nereye gidebilirim ki!

Aramaktan usanmak yakışmaz yolcu değil yol olana
Her nerede saklı ise bulmak gerek mucizevi cevapları
Buralarda bir yerlerdeydi yarım bırakılmış hayâller
Gel koşalım rüzgârın ardı sıra
Gönlümüzü kır çiçeklerine kaptıralım; iri yarı papatyalara
Ölümle derdi olmayan menekşelere
Bak, yanı başımızdan tavşan olup kaçıyor günler
Elde, kırlangıçlara yakışan ömür
Duvarda herkesi gözyaşına boğan manzara
Sahipsiz bir kentin alfabesi uyukluyor çantada
Zarfın içinde
Öteki dünyadan olması muhtemel mektuplar

Çırpınıp durmasın artık istavrit oltanın ucunda
Sokakta kendine rastlamak canını yakıyor insanın

Arkamızı dönüp gideceğiz elbette buralardan
Bizden sonra da dolup boşalacak çarşılar
Dar koridorlarda avlayacaklar yine
Seni seviyorum, diyen bakışları
Mahalledeki gürültüden şikâyetçi olacak ihtiyarlar
Parlak binalar yükselecek art arda
Pahalı elbiseler, rugan pabuçlar; şehvetli iç çamaşırları
Vitrin aynasında herkesin hayran olduğu kendi görüntüsü
Arabalar kırmızıda durup yeşilde hareket edecek
Taksitler aybaşında ödenecek
Evsizler, parktaki en çelimsiz ağacın altına oturup
Gelip geçenin yüzüne boş boş bakacak
Bir türlü hatırlamayacak kimse
Bu yola başlarken elini tuttuğumuz kaç kişi vardı?

Şimdi içinden geldiği gibi söyle sevgilim
Bizi aşktan kendimizden başka kim kovabilir?




ŞİMŞİR TARAK

Zincir takıp meydanlarda dolaştır ellerini
Gücün olursa şehrin üst katına tırman
Bir de orada tara leylak kokan saçlarını
Güvercinler dâhil
Kimse mahrum kalmasın bu duru güzellikten

Bırak, kendinden geçsin
Salyası akan sokak köpekleri, rengi atmış tabelalar
Kaldırımlar, duraklar, evlerin dışarısı
Burnunu pencereye yapıştırmış meraklı kedi

Ahali çıldıracak elbet kıskançlıktan sen salındıkça ortalıkta
Aldırma kimseye, sihirli ayaklarınla yürü kuyunun başına
Suda dalgalanan aksini göster
Eğilip bir de orada öpeyim dudaklarını

Bu yaştan sonra içimizde kim sebep arayacak ki
Aklın zil zurna sarhoşluğuna?
Dayanamayıp açalım dili örten bez parçalarını
Tarihin zayıf halkaları saçılsın ortalığa
Mutfak dağınık, toparlamayı aklına bile getirme
Saraylarda yaşayıp uçan halılarda yuvarlanalım
Mümkün olduğu kadar uzun tutalım edepsiz bakışmaları
Sadece ikimizin bildiği şehveti
Parmakların arasında unutmuş olmalıyız
Akılda kalan çıplak hatıraları çarmıha gerip
İlk taşı birbirimizin günahlarına fırlatalım
Kuma çizilmiş işaretlere basmadan yürüyelim
Kasıkların arasına saklanan renkler kaplasın avucu
Rüzgâr estikçe tek tek dışarı çıksın ağızda ne kalmışsa
Çavdar ve anason kokusu, üzüm şırası, arpa rengi
Naneye bulanmış nefes
Sevişmedikçe bir türlü geçmeyen ölüm kaygısı
İçimizi kaplayan boşluk
Tuhaf yerlere emanet utanma duygusu
Denize yaklaştıkça tuzu çoğalan kumsal
Korkudan tir tir titreyen dalgalar
İskeleden yükselen ıslak şarap kokuları. Rahat ol;
Birbirimize dokunarak sakinleştirebiliriz sözcükleri
Gel,
Kahramanlık hikâyeleri anlatalım sabaha kadar
Saçların devletinde perçemler vezir, zülüfler fedai
Konuşurken deli telaşlı
Gülerken çocuklardan aceleci
Tünediği sandalyede serçelerden ürkek

Sevgilim beni unuttuğunu kimseye söyleme lütfen
Ne olur terk edecek kadar sevme bir daha beni
Unut gitsin ağzın kenarına ilişmiş gamzeyi
Gel, kendi yurdumuzu kuralım biz birbirimizin içine




GÖĞÜN KATLARI

Bir tek sevişirken hoşuma gidiyor yer çekimi kanunları

Alın bu malı mülkü, kim istiyorsa onun olsun
Benim aşktan başka ihtiyacım kalmadı bu hayatta

Birbirimize küstüğümüzde
Sözcükleri avutacak oyunlar oynayalım
Ağrımızı kesecek ilaçları
Kimsenin bulamayacağı sandıklara saklayalım
Yüzük taşına, tırnak diplerine, dişin kovuğuna
Gözyaşı şişesinde az biraz boşluk kalmış
Halının altına süpürelim suların artıklarını
Şubatın eksik günlerini biriktirelim albümde
Cumartesi toplayıcısı sansın bizi meslek örgütleri

Bedeni insafsız ısıtan bu yaz sıcağı
Birbirine sarılarak uyuyanların düşmanı
Üstümüzdeki giysiler gereksiz
Sağır kertenkelenin göbeği su toplamış
Fark ettin mi, öpüşmenin en güzel yerinde
Dilsiz köstebek sıvıştı aramızdan
Şimdi mümkünse
Gel de sen öğret uslu durmayı
Dünyanın dolgun kalçalarını sımsıkı kavramış avuçlara

Bak,
Memelere çıkan yokuşta
Soluk soluğa kaldı yine dudaklar
Çare yok
Kör yılan, edepsiz patikalarda sürünerek ilerleyecek
Ülkenin girişine büyük harflerle yazmışlar üstelik:
Caddelerde çıplak dolaşmak yasak

İsyan almış başını gidiyor; yollar kan revan
Az daha gecikse kolluk güçleri
Şehzade orduları padişahı katledip tahta çıkacak
Kıyamet kopacak elbet kuytuluk ormanda
Şehirler nemli
Arka sokaklarda yedek kuvvetler kaynıyor
İmparatorluk sınırları içinde
Etnik kıyıma hazırlanıyor süvariler
İstihbaratçılar gelip dayanmış
Erken öten horozun kapısına

İhtimal görüp görebileceğimiz son akşam bu olsa gerek
Sabaha sağ salim ulaşmak boş hayâl
Az sonra çekip alırlar altımızdan
Terin sırılsıklam ıslattığı çiçek desenli çarşafları
Örtündüğümüz ahlakı bir köşeye fırlatırlar

Sevgilim
Sen aldırma olan bitene; gel, vaktimiz varken daha
Birbirimizin neresini istiyorsak orasını sevelim




TAHLİYE MERDİVENİ

Pencerenin önündeki menekşeyi
Birbirimizin elini tutarak sulayalım
Süte ekmek doğrayalım
Kedilerin açlığa tahammülü yok
Sokaktaki köpekleri unutmak ne mümkün, bırak
Kapı önünde uyuklasın pörsümüş kilim artığı

Ayrılık acısı çekenler avunur belki
İçli bir Balkan şarkısı mırıldanalım
Benim bet sesime dayanır mı el âlem, bilemem
Üzerine şiirler yazdığımız kâğıtlardan
Çocuklara uçak yaparız istersen
Gideceğimiz kara parçalarını gösteren haritayı
Kim bilir nereye saklamışlar? Gece boyunca
Yelkenleri boşuna süslemedik
Şafak sökerken sulara indireceğiz gemileri
Kalbi delip geçen oklar çizeriz belki kumsala
Bizden önce yaşamış sevgili adlarını
Kimsenin uğramadığı mendireğin ayaklarına asarız
Kahrından ölen balıkları
Törenle gömeriz yosun tutmuş taşların altına

Utanmayı bırak her fırsatta sana sarılmamdan
Dokunup öpmemden sıkılma bedeninin her yanını
Bırak şehrin hengamesinde kaybolsun
Üstümüze bulaşan toz toprak
Sınır çizgisi mi olurmuş sevişenler arasında

Çıkaralım üstümüzde gereksiz ne varsa
Giysileri, kokuları, renkleri
Adımızın önüne eklenmiş yalan yanlış unvanları
Bize ait olmayan bakışları söküp atalım yüzümüzden
Ortalık yerde birbirimize çırılçıplak sarılmaktan başka
Hiçbir ilaç iyileştiremeyecek ruhumuza işlemiş illeti

İlk iş meydanlarda birbirimizin elini sıkıca tutmak
Biliyorsun, sonrası kendiliğinden oluyor





KIŞ VAKİTLERİ

Sevgilim, gel bitir artık
Civar yöreleri kasıp kavuran gün dönümü felaketlerini
Bak, üstümüze doğru geliyor göç mevsimi
Küreklere sıkı asıl, hava bozacak, mümkünse çekip al
Kıyıya pamuk ipliğiyle bağlı aşkları fırtınanın öfkesinden
Hasat zamanı başakları kurtar kindar yağmurun elinden

Sonbahar kalkıp gitmeye hazırlanıyor şehirden
Sıkı tutunalım öyleyse eylülün ortasındaki serinliğe
Elde kalan öpüşmelerin tadını çıkaralım
Ayrık otlarının kuşattığı yerlerde ısrarcı olmak gerek
İstersen ekim ayında, öğle vakti, herhangi bir cumartesiye
Uyumak için yatak da serebiliriz

Kasım geçip gitti nihayet; buna da şükür
Aralık kapıdan uzun boylu çarşamba giriyor
Sokaklardan çekelim eli ayağı
Ocakta ıhlamur kaynarken kısık sesler evde otururmuş
Derin çukurlara sığdıralım gece ağrılarını
Cemaat bütün umudunu lodosa bağlamış
Cuma namazında, selâdan sonra, şadırvanın kıyısına ilişip
Yaralı ömrün çocukluk aşkı gibi bakacağız birbirimize
Nüfus kâğıdı ağarmış, kimin umurunda
Saçlar koyu şarkılar dinliyor durmadan
Günün arasına sıkışmış uyku vakitlerinde
Çimenliklere yuvarlanıyor ergen kızlar
Edepsiz köşelere kaçıp saklanmış oğlan çocukları
Avlular kızgın, çatıda burnundan soluyor bacalar

Bu kadar umutsuz olma
Bambaşka bir masala başlarız her perşembe
Belki öğreniriz, şubatta pazartesiler biraz eksik
Gündüzün boyu karanlıktan kısa
Gelişinden belliydi zaten; salı sallanıyor, ikindiler aksak
Gün ışığı haber vermeden gömüldü dağlara
Buna hazırdık
Siyahlar giyinip ucuz matemler aradık pazarda

Günler, selde sürüklenen ahşap parçaları
Zaman, kimse fark etmeden ayrılıyor taşra kasabalarından
Oltanın ucuna bağlı eğreti ömrü geriye çekelim
Muhtar, kıyıdaki sağlam bir direğe bağlasın evleri

Kalbimize gönderilen mektupları kilitli sandıklardan çıkaralım
Herkes gözlerini başka tarafa çevirmiş, bu iyi fırsat
Birbirimizin ayıp yerlerine bakalım pişman olana kadar

Birbirimize sarılıp usulca uzanalım kışın bittiği saatlere
Aklımıza gelirse, ateşler içinde utanmadan sevişelim



ZEYTİN AĞACI

Ana rahmine benzeyen sığınak buldum sende
Her fırsatta dudaklarını öpmek istiyorum

Acıyor, denecek benim için; dokunduğu yer acıyor
Acıyacak elbet
Kanayan yaradan başka ne ki ağzımın içi?
Olur olmaz zamanlarda
Arkasını dönüp gidiyor, diyecekler
Terk ediyor şehri; kollarını sığdıramıyor alfabeye
Haklılar; kabul etmiyor yurduna beni bildiğim kelimeler

Sen yokken neye yarayacak dünyanın sesleri?
Gökkuşağının altından geçince çocuklar
Hangi dilekleri gerçekleşecek?
Tırtıl, kelebek olup uçmayacaksa günün sonunda
İpek kozayı ne diye örüp duruyor bu kadar iştahla?
Ulaştığım menzilde sen olmayacaksan niçin çıkayım yola?

Sevgilim, ölümcül parmaklarınla
Yazgımı işliyorsun göğsündeki gergefe
Sıkılmış yumruğun içinde
Hiçbir anahtarın açamadığı kilit
Gözlerinde kimsenin bilmediği ürkütücü bakış
Dilinde mevsimleri üşüten söz
Seninle ne vakit gizli saklı sevişmeye kalksak
Tanımadığımız adamlar yürüyor peşimizden
Ayak izlerimizi silelim karın üstünden
Belki bu sefer kurtuluruz avcının tuzağından
Eşkâlimiz sır değil kurdun kuşun arasında
Tarlalarda kekik kokusu; ovalarda hasat vakti
Aklım ermiyor
Hangi hakla hapsediyorlar kız babalarını karanlığa
Ve ne diye öldürüyorlar annelerin biricik oğullarını?

Mevsim döndü, yaprak düştü, rüzgâr esti
Mülteciler gibi kendimde saklandım bütün kış
Kimsenin olmadığı kayalıklarda dolandım
Ihlamur ağaçlarının altında uyudum
Sana giden patikaların gölgesinde konakladım
Şarkılardan çok marş söyledim, zafere dair
Senin aktığın çeşmelerden içmek istedim suyu

Vakti geçmiş zeytin tanesi kadar siyah ve acıyım şimdi
Bakarsın, sofrana gelirim bir sabah ekmeğin yanında
Dudakların dokunur belki kesik yerlerime

Sevgilim, kaybettiğim tüm renkleri senin içinde buldum
Gün, senin olduğun taraftan yükseldi
Etraf sen varken aydınlık oldu bir tek
Gel, son bir kez daha kucağına al beni
Senin ayakların olmadan
Yürümem mümkün değil kalan yolu



HUZUR SÖZLEŞMESİ

Sevgilim, hangi elimle okşardım saçlarını; unuttum bunu
İzin versen, derdimi elbette paylaşırdım kuşlarla
Kimsenin bu kadar uzağa gitmesine gerek yoktu

Birlikte yaşlanacağız ey güzel yalnızlık
Acemi çıraklar anlamayacak halimizden
Savaş bitince kahramana kavuşacak prenses
Kaf Dağı’nın ardına hapsedilecek cadı kazanı
Uçmak için güvercine gök lazım; kimse korkmasın
Kömür karası perçemler bu sefer de yanmayacak
Mumdan kanatlar, akşamı sabaha kavuşturacak
Şehrazat, şimşir tarak saklıyor koynunda
Tüylerini efsanelerle tarayacağız Zümrüdüanka‘nın

Su kenarlarında konaklarken gürültü yapmayın
Her mağarada farklı masal delikanlısı uyuyor
Sıra sizde, hikâyedeki canavar çıktı işte karşınıza
Âdem’i, Havva’yı, dişlenmiş elmayı kurtarın zindandan
Öğrenin; kan emmese de doyar bebekler
Kurt, kuzuyu yemeden de büyütür yavrusunu
Kartal, serçenin yuvasını talan etmeyi insandan öğrenmiş
Ellerimiz, parmaklarımız, tırnaklarımız
Kahramanların emaneti iç gömlek, tılsımlı yüzük
Teni ikiye ayıracak bıçak, günahı temizleyecek sokak
Cenazelerde takılacak duvak, mutfakta saklanan lekeli önlük

Arkasından hüzün geliyorsa insan daha hızlı yürüyor
Acı koşturuyor, kırgınlık soluk soluğa, keder şahlanmış

Sevgilim, başımıza gelen felaketleri
Daha açık nasıl anlatabilirdim evdeki oyuncaklara
Nasıl dağıtabilirdim bunca sıkıntıyı ikimiz arasında
Toplayalım olan biteni bir araya ve eşit paylaşalım
Kırgın sözler gecelerin payına düşsün
Koltukta uyuklayan mutluluk, kedilerin hakkı
Ucu keskin kalemler imzalasın borç senetlerini
Kutsal emanetlere yer buluruz nasıl olsa bavulda
Mahkeme kürsüleri, icra daireleri, yeminli mali müşavirler Bak, senin tarafında duran eşyalar alev püskürüyor
Günahları masaya bırakıp elimi çekiyorum zarfın içinden
İlk iş, ruhumu temizleyeceğim bir meydan çeşmesinde

Sevgilim, yanımda uyurken
Saçlarının ansızın uzadığını fark ettim
Korkma az sonra olacaklara, yükselen çığlıklara aldırma
Tuhaf biri koşuyor işte yine arkamızdan
Sakın dönüp bakma geriye, bekle olduğun uzaklarda
Sıkılırsan adını rüzgâra yaz




FALAFEL

Elden gelirse birbirimizin vicdanı olalım bu kavgada

Bütün gün dolaştım durdum mezatta
Kebapçıların tümü çift bıçak
Kuzular ilk bakışta anlıyor kasabın niyetini
Belediye başkanı
Nüfus idaresinde kahve içecek öğle vakti
Büyük ihtimal
Akşama doğru yangın da çıkar tapu dairesinde

Bahçedeki çiçekler kavruluyor sıcaktan
Soğanlar sasımış, sarımsağın püskülü saygısız
Toprağın mahremine yaymış kendini
Yoruldum, uykusuzum, karnım aç
Tarlaları yiyip nehirleri içebilirim
Nasıl olsa herkes temiz, giysiler ütülü
Birazdan vahiy de iner eşrafa
İbadet sonrası
Kepenkleri birbirinin üstüne kapatır tezgâhtarlar

Gel, vaktimiz varken birbirimize yürek olalım

Çıfıt çarşısında oturup boğma rakı içme zamanı
Akdeniz kanla imtihan edip duruyor kendini
Kilise çanları şehrin göğsünde çalmaya başlar yakında
Esnaf, havrada yakışıklı bir ölüyü duvara çiviler
Ortalık darmadağın, suratlar allak bullak
Kılıcın kestiği başı camiden çıkarmak zor olacak
Oysa pazarda tüm balıkçılar katıksız esmer
Zeytindağı'ndan tanrıya giden yol kestirme
Herkesin tabağında kızarmış top top köfte
Avluda kısmetini bekleyen kedilerin tümü dişi

Çölün ortasına kuyu açılmamış diye
Boğulacak su bulamayacak sandınız bizi

Boş verin bu sahtekâr dünyanın dertlerini
Gelin, bu kızıl kıyamette
Birbirimizin taşınacak cenazesi olalım hiç olmazsa




AYRILIŞ TÖRENİ

Bunların hepsi geçip gidecek, bitecek elbet sıkıntılar
Ayrılık sancısı, yalnızlıktan dem vuran sözler
Kahredip duran rezil yoksulluk
Ömür boyu sırtladığımız göç yolları

Yazık, kulak verdiğimiz şarkılar
Efkârlı makamdan söyleniyor artık
Dönüp bakmaya korkuyoruz arkamıza
Bizim hayatımızla oynanıyor meydandaki kumar
Ardından çekip gidiyor herkes evine

Çeşmenin akarı kendi tasını dolduruyor
Merhamet çadırları kurmuşlar köşe başlarına
Bırak, dağınık kalsın
Şehrin ne kadar hikâyesi varsa parlak ışıklara dair
El âlem bu kadar şehvetle isterken yanıp yakılmayı
Toprak atmasın kimse ateşin üstüne
Bırak,
İstediği yerden tutuşsun ahalinin etekleri
Sofradan artanların akıbetini
Kursağına düşkün çakallar düşünsün
Dert etme, yırt gitsin haritanın sende kalan tarafını

Taşlara saklanmış sihir uzakta
Gün batımında
Kimse beklemiyor pencere önünde bir diğerini
Unut, yağlanmayı bekleyen kapı menteşelerini
Şifa taşıdığı söylenen meczup ırmakları
Geceleri arsızca titreşen gökyüzünü köylere eşit paylaştır
Adlarımızı gömdüğümüz mezarları yık
Birbirimiz için ettiğimiz yeminleri unut
Fırlat at ortalığa, önceye ait ne varsa cebinde
Ne kadar buğday kırıntısı, kaç mısır koçanı
Hasat artığı ne kalmışsa torbanda
Tarla farelerine dağıt ambara sığmayan hububatı
Kovulduğumuz dilin seslerini öylece bırak olduğu yere
Kim isterse o tanelesin koruk salkımlarını
Kimin payına düşerse düşsün yakışıklı ağaçların gölgesi
Kim isterse o toplasın bundan sonra ekşi narları

Gel, daha vakit varken
Gönlümüzce sevişip içli şiirler okuyalım birbirimize
Rüyamda gördüm: Dağlara
Bizi büyüten sulara dönüyoruz seninle ikimiz



 ÇİSELTİ

Şehrin de dili var; kavganın da, yenilginin de…

İnsanların arasına karıştın ve gördün
İhanet salgını kaplamış sokakları
Kuru soğuk, aradığımız adresleri üşütüyor
Soylu harfler bulmamız gerek yenilgimizi anlatmak için

Madem
Kimsenin şikâyeti yok yıldızları kışkırtan rüzgârdan
Madem herkes zifiri karanlıkta da buluyor yönünü
Bırak, kim isterse o tarasın katilin saçlarını
Aldırma ateşin hiddetine; bırak, yanıp kül olsun mahalle
Kaynasın kurusun katran, küle dönsün kömür
Sana mı kaldı ocağı söndürmek

Otur yanıma, al eline kâğıt kalemi, vakit geldi
Annesi olmayan çocuklar için
Küçük sözler yazacağız deftere. İstersen
Babası erken ölenler için bilmeceler sorarız haramilere
Sonunu kimsenin tahmin edemediği
Akıl oyunları oynarız kutsal taşlarla
Şaşırma gün doğumunda karşına çıkan manzaraya
Yoksulların tanrısı mum yakıp otları tutuşturmuş
Bırak, cesareti olan sorsun hayatın hesabını

Şarkılar uğruna yeni dil öğrenmeye başladım
Kına yakılmış avucun derdini anlamak için renk oldum
Kadınlar gözlerine rastık çekti kör kuytulukta
Kalabalıkta
Bir tutam söze daha ihtiyacım vardı nefes almak için
Belki tuhaf işaretlere, suskunluğu dile getirme uğruna
Yurdundan kovulanlar için ayırdığım kelimeleri
Kimsenin bulamayacağı yerlere saklamalıyım
Sen de
Evinden uzak olanların cebine
Sıcak cümleler koymayı unutma
Pencereyi ürkek açanlar için uyduruk alfabeler bul
Bırak yağsın kar üryan bedenin üstüne
Göğün karşılama töreni belki de bu

Aynayı yüzüne çevir ve bak; anla artık
Şehrin de, kavganın da, yenilginin de dili
Kendi dilimizden başkası değil





HARABAT

Akşam oldu, panayır yerini boşaltın

Araya gurbeti sokmadan bakalım birbirimize
Eksiksiz dokunalım açlık çeken parçalarımıza
Eksiltebiliriz belki payımıza düşen ağrıyı
Hesap hanesinden düşebiliriz kırgınlığı
Mümkün değilmiş kurtulmak boynumuza asılı yaftadan
Etimize basılı damga kim olduğumuzu açık edecek 
Gelin, iki şehir arasındaki yalnızlıkları son kez yürüyelim

Bir nehre bakar gibi geçmedi ömür
Dağın altında kaldı kadeh
Taş ezdi parçaladı efsaneleri
İnsan eti çürümeye, söz kokmaya başladı
Kambur tepeleri acımadan kırbaçladı coğrafyanın sahipleri
Dişlerimi çıkarıp öyle oturdum yanına
Tırnaklarımı söküp yumruğumu rüzgârda imtihan ettim

Ara bul, üstümde seni yaralayacak ne saklıyorsam
Jiletleri, zincirleri, piyango biletlerini; bildiğim dilleri
Gazetelerden kesilmiş tehdit kelimelerini
Rüzgârı yağmurla terbiye et, âşığı hasretle uslandır
Senden sakladığım eğri büğrü denizleri suyla doldur
Sırtımı yasladığım tepelerin kumlarını süpür
Fareler korkup kaçsın çölün deliklerinden
Senin uğruna harcamaya hazırım ben
Biriktirdiğim tüm harfleri ve rakamları
Yeryüzünün ilk ihanetini senden öğrendim
Ne kalmışsa kırık dökük aklımda, senin sesin
Senin adınla başlıyor tanıdık yıkımlar

Bak; döl ve servet terk etmeye başladı kafileyi
Peşimizi bırakmayacak mazlumun ahı
Renkler kirli, çarşı kimsesiz, hane viran
Vakitli ölümün kendisi ne büyük lütuf

Çocuklar çıktı nihayet sokağa
Alın götürün ihtiyarları buradan





İTİBAR KAYBI

Anneler, gereksiz yere öldürüyor
Konuşmayı geç öğrenen çocuklarını
Vergi dairesi oyuncaklara el koyuyor
Her bayram, Arafat‘ta, daha ilk gün
Babalık hakları icradan satılık
Kemikler çatırdıyor, yataklar kırılgan
Az daha titresek soğuklarda
Yolları kaplayan ateş ölüleri ayaklandıracak
Eldeki fener bir tek kendine aydınlık
Kokular çekilmiş ortalıktan
Kenarda köşede tek tük pencere gölgesi
Sesler çaresiz
Şarkıların nakaratını tek başına söylüyor ağaçlar
Terk edilmiş imparatorlukta
Bekaretini korumaya çalışıyor sınır boyları
Ürküyorum bu kadar uzun bekleyişten ve ansızın
Omzumdaki serçeyi göğün derinliklerine salıyorum
Hiç tanımadığım biri, biraz fazla esmer
Suratını katranla boyuyor başka bir Kürdistan uğruna
Kediler, gözlerini gideceği kadar uzağa çekiyor
Atların kemiklerini sayıyoruz, her seferinde bir fazla çıkıyor
Doğduğum şehri bulamıyorum haritalarda
Geç de olsa anlıyorum öğretmenlerin kızmasının sebebini
Arkamdan gelen biri, yazdığım her sözü siliyor
Yokmuşum gibi davranıyor sınıftaki herkes
İsmim yazılmamış meğer yoklama listesine
Bunu yeni öğrendim; yanık köylerin kokusu
Koyu renkli kalemle çizilmiş atlaslara

Derslerdeki asıl eksiğimi de anlıyorum nihayet
En yakın arkadaşım ayağımın altından çekiyor yeryüzünü
Nereye kadar düşeceğim yazmıyor tarih kitaplarında
Kimse bilmiyor uçurumun dibinden kim toplayacak
Sürgün halklardan arta kalan parçaları

Telaşlı adımlarla yürüyorum herkese benzemek hevesiyle
Elimden gelmiyor bir yama daha dikmek yüreğin üstüne
Hiçbir dağa sığdıramıyorum bildiğim bakışları
Gerçek bir kimlik edinmeliyim çok geç olmadan
Kalabalıklarda tanınmak için fosforlu gömlek
Göğüste altın rozet ve omuzlarda apolet
Gecenin kıyısına yeni bir yurt, ahalisi seyrek memleket
Bir kol, bir bacak; uzuvları tahrik eden kelimeler
Manzarayı örtecek kadar perdelik kumaş

Yağmur sıkı yağmaya başladı, renklere dikkat
Süründüğümüz kireç akıp gider, çizgiyi aşarız
Parlak ışıklar yanar, vitrin aydınlanır
Herkes kendi cehennemini yaratır
Ülkenin ipotekli bir köşesinde

Dip odalara saklanan çocuklara
Konuşmayı öğretmeye çalışmayın boş yere
Biliyor olmalısınız:
Söylenen her söz vasiyet
Cepteki kumaş mendiller yolculuk alameti



SON YEMEK

Herkes kahramanların mezarlarını merak ediyor
Vicdanımıza gömdük oysa biz ahlak ölülerini

Efendiler açık sözlü olalım:
İçimizden geçen nehir, başımızda bekleyen dağ
Kalbimize çizilen hudutla hesaplaşıyoruz
İlkin, alfabedeki seslerle

Ceplerine bahar kokusu sığdırmaya çalışan bu cahilin
Ne işi var soframızda?
Unutun bildiğiniz kuralları
Tencerede kaynayan hatıralar kurşuna dizilecek ilkin
Ardından kadınlar, çocuklar

Kalkın sabaha tutunalım, silahın çıplağına
Dut yaprağına sarın tütsülenmiş etleri
Sırası gelen yaklaşsın cepheye
Çay demlensin ocakta, fırında pişsin börek
Dönebilirsek koparırız ekmeğin ucundan
Elbette dişleriz zeytini kırık yerlerinden
Kilitlemeyin kapıları, pencereler aralık kalsın
Yatakları derli toplu tutun
Yolcu, uykusunda dindirir sancısını

Ne diye korkuyorsunuz yaklaşan fırtınadan
Kimi kurtaracaksınız sanki bu felaketten
Hünerli hırsızdan neyinizi saklayabilirsiniz
Cellat gelip dayanmış adlarımızın önüne
Boynumuzu alacakmış, alsın
İnsaf için zaman yok
Cenk vakti, cinnet vakti, cinayet vakti
Fırsat verin fincanların kendini hayra yormasına
Kadeh ve şarap koyun asmanın dibine, hakkıdır
Örtüleri serin, yastık lavanta koksun
Testiyi dolu tutun, yanına maşrapa
Zamanı geldi: Vicdanı terk edin köşeye
İlerleyin ateşin yükseldiği yere doğru
Bekletmeye gelmez kardeş kavgası
Çözün halatları, indirin gemileri kızaktan
Açın toplanmış yelkenleri
Hasret çekmek zordur gurbet akşamlarında
Rüzgârınız kolay, denizleriniz sakin, ufkunuz açık olsun
Çarıkları sıkı bağlayıp kılıcı sağlam tutun
Yüklenelim göçü, yüreğin son parçası eşikte kalsın

Taze gelinler kazanan tarafın hanesine misafir
Üvey ablalar bir ömür temizlikten sorumlu
Sütanneler her daim Ermeni
Boynu bükük kaynana ganimet
Sürgün güvercin vakitsiz çalıyor kapıyı
Kursağında ürkek bir soru:

Size kardeş diyebilir miyim?

Suratımıza topluca çarpılıyor anlaşmanın maddeleri
Unutun Kadeş Savaşı’nın sonuçlarını
Tarihe eklenen yaralı bölümler var, coğrafyadan sınıfta kaldık
Dağlara bakmak yasak, kimse inanmıyor hikâyenin sonuna
Bilen yok;
Dicle, fısıltıyla söylenen ağıtlara izin verecek mi?
Fırat, iniltilere tahammül eder belki bu sefer

Uysal yerinden darbe alıyor inançlarımız, aldırma
İpliğe düğüm at, demiri kaynat, camı yapıştır
Su ve ışıkla sür toprağı, siperleri kumla doldur
Bırak, havariler ve sahabeler tutuşsun ilkin cenge
Kirvelikten payımıza düşen borcun lafı mı olur
Siverek’ten Halep’e yol çıkmış falımızda
Kalıcı değiliz, soluklanmak için durduk mezarlığınızda

İşte size annenizin miras bıraktığı keskin sözcükler
Babalarınızdan aldığınız yetim yürüme biçimleri
Çöllerin uygun bulduğu kavruk ten renkleri
Kesik parmakların köfteye kattığı şehvet; bak,
Masa dağınık; ekmek başka, tuz başka tarafta
Her kavim, kendi dilencisine sadaka veriyor
Ortaklık bitti; cenneti ateşe verdik, abdest bozuldu
Kıblesini alıp evine gitti herkes

Efendiler, toprağın sahibi değişti
Mülk Allah’ın, kiracıyız bu dünyada hepimiz
Kan akmadıkça anlaşılmıyor
Kimin dost, kimin düşman olduğu

Şehirler, tanrılar ve yasa kitapları yalan söylüyor
Kuşatma günlerinde komşunun malı hak, karısı helâl
Anlamış olmalı çarşaf ve nevresim takımı
Kucakta çıplak uyutulacak ergenliğe adım atan çocuklar
Tarlalar; tohum ve çam ağacı anlamış olmalı
Asmadan toplanan üzümleri başkası yiyecek
Mutfakta pişen yemek, ucu koparılmış ekmek
Elbet şişenin dibinde kalan iksir başkasına kısmet

Toprağın sahibi değişti, ardından suların tadı
Gergin bir merak içinde bekliyor artık bütün mutfak
Kim bilir hangi baharat kapatacak tarihin kekre acısını?
Kim bilir hangi mezara sığacak bunca ahlaksız cenaze?
Mezarlığa giden kestirme yol, içimizden hangisi?



BEDELLİ ÖLÜM

Tanrım, nereye götürüyorsun bu ölüleri?
Bütün bu ayıpları nerede saklayacaksın?

Seninle yan yana gelmekten
Hiç bu kadar utanmamıştık Usul!
Elimizden gelse uydurma tarih yaratacağız 
Doru atların ıslah edildiği yaban illerinde
Sen, ben ve temiz kalmayı başarmış kırbaç püskülü
İçimizde dayanması zor çöl hikâyeleri büyütüyoruz
Yeryüzü acıyla uslandırıyor insanı
Kırmızı kalemle çiziyorlar adımızın üstünü
Kadastro dairesi tel örgü çekiyor geçtiğimiz sınırlara
Rütbe almış zabit
Tekmeleyerek ıslah ediyor coğrafyanın şarkılarını

Yaranın üstüne barutu dök ve ateşle
Terk et sürekli katledildiğin memleketi
Silkin kalk yerinden; hazır ol hesaplaşmaya
Sevapları yazan meleği fırlat at omzundan
Çıban patladı, ortalık cerahat; irin ve safra
Herkesin elinde sivri demir, çiftli kanca
Arastada et parçaları, can çekişen çığlıklar
Tuzlayıp durma deriyi; bırak, kim kusacaksa kussun
Gözünü bağladıkları mendille sil akan kanı
Suyu ve otu al kurbanın önünden. Çekinme
Bas ve yürü haritanın üstünde hangi ceset duruyorsa
Kural bu: Ezel yok, ebet olmayacak
Masumiyeti doğuracak rahmi çoktan deşmiş parmaklar

Senin yokluğunda eksik umutlar büyüttüm Usul!
Çok geç anladım: Kardeş öldürmek için
Yardıma ihtiyaç duymuyor insanoğlu
Toprak, içten içe başlatıyor kendine yakışan her yangını

Yıkayıp durmayın artık ölüleri, kokusu çıkıyor
Oturun su kıyısına, çocuklara ekmek bulun
Kovayı sarkıtıp Yusuf’u yukarı çekin
Herkes torbasındaki günahı havaya savursun
Kadınlar kendilerinden de saklasın olan biteni
Memelerin terli bölgelerinde sahipsiz diş izleri
Kurudukça çatlayacak elbet giysiye bulaşan döl artığı

Ortalıkta emekleyen babası meçhul bebekler
Erkeklerin ceplerinde avuç avuç sabır boncuğu
Sübyan çocuklar, sabır taşına anlatacak başlarına geleni
Olan biteni unutun. Utancı saklamaya yetecek
Karmaşık çizgiler çizelim kumların üstüne
Kızların yüzüne zülüf, oğlanların bıçağına çentik
Bırakın, arkamızdan kim ağlayacaksa ağlasın
Geride kalan sözcükler
İstediği kadar özlesin çekip giden sesleri
Bunu bilelim yeter:

Tanrım
Biz sürgün yollarında kırılırken
Sen hangi sokaklarda dolaşıyordun?






Muhacir Kelimeler Haritası
(hamse mesnevinin son parçası)

Sedat Şanver

İletişim
sedatsanver@gmail.com

Baskı Öncesi Hazırlık
Yazı Kültürü

Baskı
Bassaray Matbaası
Sanat Caddesi, No: 1/5 Çamdibi İş Merkezi
Çamdibi/ İZMİR
0.232.457 71 48

Baskı Tarihi: 10.10.2016

Yazı Kültürü
Yerel Süreli Yayın
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sedat Şanver ÖĞE
Yönetim Yeri: Atatürk Mahallesi, 927 sokak No. 4/ 1
Bornova/ İZMİR
0.507.801 22 37













issn: 2146-5290-17