Wednesday, April 16, 2014

CÜMLE KAPISI



Her şey
Gerçeğini bir tek senin bildiğin bir yalanla başladı





EŞİK

İçimden nefreti
Açgözlülüğü ve hırsı söktüm ilkin
Kıskanç ve kibirliydim
Öfkeden yüzüm görünmezdi tenha zamanlarda
Kolumda sonraya ayarlı bir saat
Göğsümde ipek gömlek
Sırtımda afili urba, saçlarımda parmak izi
Dudaklarımda kolalı bir gülüş
Omzumda pahalı bir günah

Bütün giysilerimi yırtıp attım
Sana çıplak geldim.

Ateşte yanmıyorum artık, suda boğulmuyorum
Kendime acımıyorum.
Elim, parmaklarım, tırnak uçlarım acımıyor
Ayaklarımın altı, sırtım, kasıklarımdaki tüyler
Gözlerimin içi
Gördüklerimin üstü acımıyor
Ağzımda kuraklık, dişlerimde kamaşma
Dilimde şişlik ve sözlerimde tuhaf bir ağrı

Senden başka soyum sopum yok Usul!
Nüfus kütüğünde
Kendimden başka akrabam kayıtlı değil.
Tanıdığım herkes reddetti beni.
Ben bu kapıya kimsesi olmadan geldim.

Bütün şüphelerimin bekçisi ol, dedin
Oldum.
Gözlerini kapatarak bak
Kapattım.
Seni gördüm
Kelimeleri kullanmadan anlat
Dilimi unuttum.
Dedin:
Kâbe, insanın olduğu yerdir
Kendinden uzağa gitme.

İnançlarımı terk ettim.
Tapındığım her taşa, her toprağa
Yaprakları üşüyen ağaçlara arkamı döndüm
Abdestimi inkâr ile bozdum
Sırtımda taşıdığım haçları ve yıldızları taşla parçaladım
Bildiklerimi unuttum.
Etime sapladıkları çivileri ortalığa fırlattım
Bundan sonra kime lazımsa o kullansın
Sende tam oldum ben
Sana geldim, diz çöktüm, secde ettim.
Senden başka kutsalım yok artık.

Şarkıların uysal, marşların âsi olmasını istemiştin
İşte oldu: Ölüler ayaklandı
Cennet bahçesinde doğup
Cehennem ateşinde büyümüş sesler kapladı ortalığı:

- Hu! Ya Hazret!

- Hu! Ya Sedat!

Vaktin geldiğini anlayıp çıktım mezarımdan
Bildiklerimi üst üste ekleyerek
Adımın yazdığı hiçliğin önünde diz çöktüm
Ses verdin, konuştum
Üfledin, nefes almaya başladım
Bu gözdür, dedin; baktım.
Sen gösterdin, ben gördüm:
Her tarafta afişler, kanlı kâğıtlara yazılmış bildiriler
Herkesi utandıran bir ses kaplamış ortalığı
Neye baksak toz duman oluyor aynı anda
Neyi duysak oracıkta bitiyor hükmü sözün
Hiç tanımadığımız bir koku kaplamış bedenimizi
Ölümden başka bir yüz bu
Hayattan başka bir korku

Kıyamet borusu da öttü işte
Musalla taşının önünde toplandık
Ölü kim? diye soruyor herkes birbirine
Kimse kendi nabzını kontrol etmeden
Su içmeden, ekmeğe dokunmadan
Dudaklarını bir başka dudağa değdirmeden
Parmaklarını saymadan
Uyluk kemiğine sürmeden merhemi
Herkes
Kendini tanrı kabul ederek bekliyor ödeşme gününü
İşte oldu: Ölüler, ölülerle kucaklaşıyor sonunda.
Ben babama sarılıyorum. Oğlum bana…
Senin sesinmiş meğer duyduğumuz
Bizi kendine çağıran
Ayağa kalktık ve son kez bakıştık
Herkesin içinde seni gördüm.

Elini sürdüğün her şey güzelleşti bir anda
Ölüler dirildi. Taş-toprak cana büründü, otlar dile geldi
Bakışın insan olduğumuzu öğretti hepimize
Yolu tarif ettin, denizi ikiye yardın
Dağı eğdin, göğü ayağımıza indirdin
Yağmuru yağdırıp toprağı besledin
Ateşi yakıp içimizi ısıttın, suyu kaynattın
Söze geldin:

Günlerin gölgesi kendi boyundan daha kısa artık
Yapraklar dökük, sular serin
Toprakta tuhaf bir intikam yemini
İnsanlar tedirgin, serçeler ürkek
Oysa ben
Gökyüzünün suçlu
Toprağın mahkûm olmasını bekleyen ben
Bulutların, ibadet vakitlerinin, bahçedeki güllerin
Kahve köşelerinde hayatına kumar oynamanın
Gölgede bekleyen kuşkucu her bir harfin
Dertli bir sözcüğün ve içerisi görünen bütün aynaların
Ve unutmanın ve uykunun zekâtı olarak
Kapına geldim.
Ol, dedin
Oldum.
Sen istedin, ben yaptım.
Senden korkup sende saklandım.
Nasıl emrettiysen sana öyle geldim Usul!
En cahil, en soysuz, en yoksul hâlimle
Sana doğduğum hâlde geldim:
Üryan, kanlı, çaresiz, titrek
Adı konmamış bir enik gibi
Dilinle temizle beni
Anası-babası olmayan bir öksüz, bir yetim gibi…

Senin evindeyim artık Usul!
Çırılçıplağım.
Ne yakışırsa onu giydir bana.





CÜMLE KAPISI

SEDAT ŞANVER

yazı kültürü








annem’e
yeryüzünün gerçek tek efsanesine




Tanrım,
Ben bütün bu yalanları söylerken
Sen dilimi niçin lâl etmedin?




EVİN ATLARI

Yakışıklı atlar koşuyordu hiç durmadan ikimizin arasında
Delikanlı bir dünyada herkes işinde gücündeyken
Tarlalar, başına buyruk

Azıcık zorlasan, yeryüzü bir anda değişecek
Patatesler şişmanlamış, rençperler azgın
Esnaf suskunlukla temizlemiş
Komşuya saplanan kanlı bıçakları
Tenekeciler, bakırcılar, kalaycılar kıyama hazırlanıyor
Tüccarlar rahat
Göbek, her savaşta kendinden daha yuvarlak
Veresiye defteri, faizden kazanıyor hayatını

Hünsa atlar
Kadınları bir başka türlü seviyordu el âlemin önünde
Polisler parmak izi arıyor tabut kapaklarında
Askerler
Namluya sürülmüş mermi gibi bakıyor önüne gelene
Ergenliğe geçen oğlanların sivilceleri patlamaya hazır
Kızlar kanama nöbetinde, olgunlaşan memeleriyle
Kendi hâline bıraksan
Tüyleri yolunmuş bacaklar
Hiç düşünmeden sonsuz bir ihtilal başlatacak
Hürriyeti tanıyacak olsa coğrafya
Steplerden ihanet akacak
Yalan dolanla beslenecek ovalar
Bir anda herkes Kafkasya’da prens
Ya da Baltık şehirlerinde prenses sanacak kendini

Ayaklarını bağlasan efsanelerin
Dünyanın bütün sokaklarında Farisî bir masal
Şah Şehriyar, kalbimizi işgal eden ülkenin hünkârı
Kudüs sokaklarında İbrahim’in fukara ölüsü çürümekte

Yersiz yurtsuz atlar koşuyordu evin içinde

Az daha zorlasak kadehi
İçindeki sarhoş kederi ortalığa dökecek sürahi
Vadesi gelmeden hüzne boğulacak masa

Aramızdaki ülkelerde yorgun atlar koşardı
İki ayrı gökyüzü, kanlı bıçaklı iki yurt parçası
Birbirimize dokunabilsek
Bütün düşmanlıklar anında bitecek elbette
Balkanlar’daki halklar durmadan sevişecek birbiriyle
İşsizler iş edinecek bu kederi
İşi olanlar, sırtını devlete yaslayıp
Sesli bir harfi
Herkesin göreceği bir duvara asacaktı

Uyandık bu gaflet uykusundan. Baktık:
Nazilli’de bir istasyon kahvesi
Selçuk’ta leylekler, Ankara’da devletin ucuz meyhanesi
İstanbul’da şehri ikiye bölen bir şarkı
Giresun’da oturduğu yerden kıpırdamayan dalgakıranlar
Sungurlu’da geçmişi gösteren bir saat kulesi
Bursa’da şadırvana teslim olmuş bir camii avlusu

Kahraman atlar koşuyordu ikimizin arasında
Yapış yapış bir ter yürümüş yorgun çarşafın üzerine
Bütün tüyler ıslak, buna kaldırımda yürüyenler dâhil
Bir başka dile çevrilmeye çalışılmış dudaklar da…
Dayanamadım
Ben senin bacaklarının arasındaki bütün ülkelere
Kokular sürdüm
Kendi etimle besledim açlık çeken yurttaşları

Gördüm:

Sevişmeyi hak etmek için
Attar pazarında bin bir türlü baharat sırasını bekliyor
Zahter, melengiç, tarçın, kehribar
Fesleğen, kekik, reyhan
Anason, haşhaş, karanfil
Siirt’te bıttım, Antep’te fıstık
Urfa’da suda boğulan inançlı balıklar
Diyarbakır’da burçlara saplanmış sahipli bir mermi
Mardin’de dam kavgası; Adıyaman’da kuşçular kahvesi

Gözüm kararmış
Söylediğiniz her söz kabulüm bu coğrafyada




TÜTSÜ

Öpülen her dudak yaralı doğduğum şehirde
Yatak eskimiş kahverengi dolu, çarşaflar Kızıldeniz
Geç boşalan bir şişe suyunu açık arttırmada satacağız
Kafama takılmış kalpaklı bir soruydu:
Ortadoğu’daki en kahraman kedi kim?
Bu sabah mümkün değil kimse uyumayacak
Afganlar ve Peştunlar arasında

Acem ülkesinden bir sözü
Kimsesiz bırakmışlardı dağ başlarında
Saçlar rüzgârda uçuşuyordu yağmura aldırmadan
Gördüm:
İçimizden biri diğerlerinin elini tutmayı bırakmıştı
Bu yüzden Emevi çarşıları yıkıldı Şam’da
Erbil’de sarraf dükkânları talan edildi

Bu yalnızlık kadar bu mutluluğu
Sana kim verecek Tebriz’de
Bu şarkılar kadar bu kederi Bağdat’ta
Kim bilir kim yakın olacak sana Kahire sokaklarında?

Kendimi görmek istiyorum sadece gün ağarmadan

Bu yoksul dünyada seni sevmekten başka
Hangi zenginliğim var ki benim?

Ezan başladı
Gecenin sesi de bitti böylece İstanbul’un göğsünde
Elimizden alırlar artık Akdeniz’in köpürmüş korkularını



KÂSE

Sevgisiz bir dünyaya uyandı herkes bu sabah
Hayatın bütün evleri açık arttırmada satılık
Oturduğun ülkenin bahçelerinde gülhatmi kılığında
Katırtırnağı, kedi parmağı, zakkumlar ve ayrık otları
Bize yeni bir dünya gerek, topraklarında yeşermek için
Belki de güllerin kokusunu duymak için
Bize
İnsanın hata yapabileceğine inanan bir tanrı gerek
Belki en zor sözü o öğretir:

Kendimi bağışlayarak geliyorum yanınıza
Mümkünse
Sizin gibi olmaya

Sır kendini açık etmiş
Meçhul, ortalık yerde dolaşıyor
Artık birlikte nefes alma zamanı.
Kuşların seslerine binip çıkmalıyız yola
Kendimizle tanış olmak için.
Bu dünyanın nimetini kim istiyorsa
Onun olsun dağlar taşlar; zümrüt gözlü güzeller
Kahramanlık hikâyeleri onları anlatsın
Ben, sana kavuşmak için yürüyorum suyun üstünde.

Bize bir başka ülke gerek sevgilim
Ortasından ikiye yarmak için
Gerekirse içine bir damla insaf koyarız
Kimsenin haberi olmadan
Yepyeni bir cehennem kurarız ruhumuza
Hepimizin içine sığacağı görkemli bir zindan belki de
Cümlemiz boynu bükük bekler durur ateşin önünde.

Dilimin arkasında sakladığım sır
Ağzımda yaşlanan kelimeler
Gözümde zehir olmuş yeryüzünün renkleri

Bundan eminim artık sevgilim:
Seni, bildiğim kelimelerden daha çok seviyorum.




İKÂMETGAH BELGESİ

Kendini öldüren her insanın bir sorusu vardır.

Hep aynı deniz duruyor karşıda
Ve aynı dağ; aynı gece, aynı duvar rengi
Değişmesini hep istediğimiz koltuk takımı
Hiçbir zaman sevmediğimiz aile fotoğrafları
Düğün gülüşleri
Birazdan uzanacağımız yatak ayrı bir cehennem

Ölüm ile hayat
Toprak ile rüzgâr arasındaki fark ne?
Biri bana anlatsın
Gökyüzünden yatağa dökülen bu ayıp ne işe yarar?
Nedir bir suyun bedeni dik tutması
Tecavüze kalkışması bütün hayata

Aramızdan geçen faylardan kimsenin haberi yok
Elimizi çabuk tutalım.
Birazdan yıkılacak burası
Belediyede insaf bir yere kadar
İmar planında şehrin kenarında yoksul sınıflar
Zabıtanın yanında intikam yemini etmiş milisler
Kolluk güçlerine göre yazlık kentlerde
Gereksiz bir aşk itirafı

Pasaportlar lütfen!

Kocalar eşlerini sevmelidir
İhanet, ölçülü bir sabır ister
Atılan imzalar tapuda kayıtlı ise
Müstakil bir ömür başlar
Sınır kapılarına niyet okuyan cihazlar koymuş mali idare
Bu yüzden ilk iş
Çıkış noktasını şehvetle öpüp
Çocuklar için hazırlanmış
Gümrük kapılarını okşamak gerek
Böylece sesini de duyarız
Ayak seslerini yeni iktidarın

Sonunda anlarız
Kendini öldürmek isteyen her toplumun
Elbette bir devleti vardır.




YATAK ODASI

Nereden çıktı şimdi bu ölüler durduk yerde?

Evden denize açılan her teknenin
İlk yükü gözyaşı olurmuş.
Bunu kimse bilmiyor.
Oysa ben ayrılık şarkılarını dinlerken
Yağmurun denizi ıslattığını kaç kere gördüm
Seni düşünsem şimdi, yüzüm kırışacak yine ortalık yerde
Gülüşü yaysam yüzüme
Kendimi satabilirim belki pazar tezgâhlarında
Bunu biliyorum artık
Seni bulmak için
Kendimden daha tehlikeli yol yokmuş bu hayatta
İçimdeki saklı yerlerde oturup duracağım bundan sonra
Sana dokunmak istediğim zamanlarda
Servi gölgelerinde sonsuz uykulara yatacağım.

Gecenin koyuluğunda akan renkler kadar yorgunum
Sessiz uykulara sarmam gerek bu bedeni.
Söyle, bilecek yaşa geldim:

Bu kadar ölüyü nereye gömeceğiz biz?




TABAKTAKİ KORKAK BALIK

İşimiz kolaydı hamamda, kurnanın içinde
Peştamal sarıp sarmalamışken bedeni
Suya tuz karıştırdık, ansızın bir deniz çıktı karşımıza
Şekerin alacağı olur artık yanaktan
Kayıkta kendini yıkar kaygan kürek

Şirketin muhasebesinde ciddi açık var
Gelir gider dengesi epeyi karışık
Genel müdürün avucunda edepsiz lekeler
Dudaklarda kızarıklık
Yalan söylemekten nasır tutmuş bir dil
Bütün giysiler renk kavgasına girmiş koridorlarda
Binanın girişinde asılı levha:

Patrona gevşe, şefe hafiften sırnaş
Oynaşmak zorundaysan
Mesai saatleri dışında oynaş!

Şirket sözleşmesi üstüne yemin etmiş bütün personel
Ütülü gömlekler hukuka uygun
Aslında biz, birbirimizin boyalı ayakkabılarını seviyoruz
Acıyan yerlerimizi kendimizden bile saklayarak

Utanmasam, seni ellerinle birlikte alacağım yatağa
Parmaklarına bulaşmış şehveti de elbette
Herkes uykudayken
Şehrin ağaçları kendi kendini sulayacak



AKVARYUMDAKİ DENİZATI

Bir kadın, kendine çok benzeyeni seviyordu ortalık yerde
Bacakların arasına saklanmış dudaklardan başlayarak
Aklın inandığı bütün ahlakı unutup
Sadece seviyordu, öylesine
Anlamayı sonraya bırakarak

Bütün bunlar olurken ortalık yerde
Mesaiye geç kalan birileri geçip gitti sokaktan
İki nefes arasında soluklar tutularak
İlkin bozacı geçti, ardından şıracı
Elinde durmadan telefon olan bir turşucu
Sonra ayakkabıları posbıyık bir sütçü
Aldığı rüşvetle ev taksiti ödeyen bir vergi amiri
Kredili oto satışlarında başarılı ayın personeli
Bir kasap, bir bakkal, bir de manav
Kuafördeki sirciler, ağdacılar, epilasyon mensupları
Tam tekmil tüyleri
İç yangınıyla ütüleyen itfaiye erleri
Çay içmeyi seven güney cepheli bir komşu
Balkondan sarkan sepet dolusu konserve kutusu
Batı cephesindeki sitenin gözetleme kamerası
Ayak paça çorbası
Kibe dolması
Patlıcan oturtması
Kalçaları kucaklayan ünlü bir çamaşır markası

Dünyanın bütün kasıkları şaşkın, ne oldu bize?
Tanrım, nedir bu başımıza gelenler?

Gözler fel fecir okuyor dudaklar tene yaklaştıkça
Bıraksalar
Bakışlardan soylu bir kahraman
Şakaklardan acımasız bir katil çıkacak
Güvenlik şirketleri ihaleye fesat karıştırmış
Ortalık yerde şaşkın dolaşıyor gardiyanlar
Hisse senetleri dip yapmış
Bozuk para şıngırtısı, banknot hışırtısı
Hamiline yazılı çekler
Dolaba depolanmış bebek bezleri
Oyuncak ayılar, sosyal güvenlik numaraları
Banka hesaplarının o çok gizli şifreleri işe yaramıyor

Yılın sonu geldi işte
Bilançodaki açık çok yüklü
Müfettişler kapıdan girer birazdan
Ergen doğan kız çocuklarını
Diri diri yatağa gömeriz biz de
Kapı deliğine gözünü yaslamış oğlan çocuklarını
Zebani kadrosunda işe başlatırız.
Cennette yer bulmak zor olacak bu hâldeyken
Gözün gördüğü bütün yalanları
Kapı önüne terk etmek gerek!

Bir kadın
Kendinden olanı şehvetle seviyordu ortalık yerde
Bacaklarını, dudaklarını, en saklı yerlerini
Kendinden bile uzak tutarak dilini





AYNA

Buralardan başlayalım hayata: kendimizi önemli kılalım
Dünyanın dönüş hızına uyduralım yürüyüşümüzü
Sevgililer, bizi sevdikleri için önemli olsun
Terk edildiğimizde dökülen gözyaşlarını anlamlı bulalım
Yumrukladığımız bu camlar bilekleri kanatmasın
Sonrası bıçakçılar çarşısı
Zırhtan geçirilmiş keskin virajlar
Tezgâhın üstünde unutulmuş yorgun bir çakıl taşı
Dişleri keskin bir testere
Ustura yemiş yüzler, jilet sesli sözcükler
Kasatura ile delik deşik olmuş bakışlar
Bağıra çağıra yürüyen bir sokak
Küfürle büyümüş bir meyhane masası

Şehvetimiz bitmeden soralım:
Kendi dudaklarımızla öpüşseydik bir tek
Bu kadar zevk alır mıydık sevişmelerden?





ÇIRPICI

Yaz geldi, ömrümüz sıcak

Çekip gitse keşke bütün ıslaklığımız mevsimlerle birlikte

En saklı yanımızdan şehvetimiz dışarı sızıyor
Bir türlü içimizden çıkmayan su
Nemli tüyler, koşturup duran tavşan, apaçık mağara girişi
Boş yere büyüyen meme uçları

Ah keşke ellerim
Posta ile gelen mutluluklar kadar büyük olsaydı
Bu ıslaklık kendi başına yaşlanmazdı belki o zaman

Bir tek kendime dokundukça
Dokundukça
Dünyanın bütün günah yanını düşleyerek sana
Parmaklardan başka çaremiz de olsaydı keşke
Uykuya başlarken



CETVEL

Kendimle barışmak için
Yoksul yollara saplıyorum gözlerimi
Bir perdenin arkasına saklanmaktan yoruluyorum
Nehrin kıyısında soluklanmalıyım bir süre
Yüzüm suda dinlenir belki
Kimsesiz ceylanlar gibi
Eline silah alan her ergen
İlkin benim adresimi öğrenmeye çalışmaz

Belki ihtiyacımız olur diye
Sakladığım gökyüzünü verebilirim size
Uyumak istersiniz belki altında çırılçıplak, zor zamanlarda
Su isterseniz, içinize eğilin yeter
Ağaçlar, çiçekler ve börtü böcek
Konuşmakta zorlanırsanız sözcüklerim de var yedekte
Yüreğimi açarım size, acınızı ölçün biçin diye

İnsanın kendini anlaması ne zordur, bilirim bunu
Yine de çaresiz olmayın
Size yakışan bir acı da bulunur elbette mağazalarda




HAMİLİNE YAZILI ÇEK

Bizi bu hayattan kurtaracak bir kahramana ihtiyacımız var

Aç bir sokağın başında
Derdimi anlatmaya çalışıyorum kendime
Şehrin sakinleri; kediler, tek katlı binalarda oturanlar
Bahçesinde gülhatmi olanlar
Ayrık otlarından şikâyetçi ağaç kökleri
Tövbe etmiş çalı çırpılar
İsyankâr dulavrat otu
Zevkten yamulmuş bir zencefil gövdesi

Şampanyayı patlatabiliriz artık:
Kahramanımız yatağa iyice yaklaştı

Şişenin içinde ekonomik bir mesaj var
Para, paradan değerli elbette
Şehrimizi böyle kurmalıyız belki de
Yeni bir medeniyet başlamalı ansızın ikimizin arasında

İlk kural:
Para kimdeyse haklı olan odur
Şatolar yakışıklı, bahçe duvarları sevişken olur
Silindir hacmi nüfusu arttırır
Patron, emin adımlarla yürür dudaklara doğru

Epeydir memeler de pek işe yaramıyor
Ölüme çarpım tablosuyla hazırlanıyor herkes




MUSLUK

Aklım başımdayken size baktığım her yerde
Eksiklik gördüm
Kestim dilimin ucunu
Yaralı kelimelerimi evin bahçesinde unuttum

Tarihin avlusuna terk edilmiş bir çocuk sesi
Yurdundan kovulmuş korkak bir halk şarkısı

En kuytu yerlerde emiyorum memelerini
Belki süt gelir uçlarından
Hiç olmazsa çöller yeşerir durduk yerde

Dilimin keskin hâlidir bu:
Derdimi anlayan kim kaldı sanki bu âlemde?
Bu yüzden
Terbiye edilmemiş seslerle anlatıyorum yaşadıklarımı



BUZDOLABI

Kendim hariç
Hiç bu kadar yenilmedim ben

Korkacak kimse kalmamış şehirde.
Yaprakları süpürsek, sokak da silinecek haritadan
Sonbahar, çekip aldı aramızdan bütün sıcaklığı
Bundan sonrası gölge zamanı
Yağmur ve bekleyiş zamanı, azıcık zorlasak
Ateşin kendi yağında kızarma zamanı

Kimsesiz çocuklara benziyor şarkıların renkleri
Ağlasa dinleyeni yok
Kanasa kim saracak sanki sızlayan bu sözleri
Vursun dursun kendini kayalara
Bu tuzlu, bu kırgın, bu kederli su
Kendi çalıp kendi dinleyecek şarkısını bundan sonra

Kadehin dibinde kalan şarabı içirsek şu yalnızlığa
Dertlere çare olur mu, bilinmez.
İşe yaramazsa
Evdeki yemeklerle doyururuz kendimizi
Günün aç vakitlerinde.




KİRLİ HAVLU

Sevgililer arıza, yollar keskin
Başımızın üstündeki gökyüzü hırçın
Ayağımızın altındaki yeryüzü kıskanç
Tekerlek olup yuvarlansam yokuştan sonsuza
Taşın alnına yapışmış tuhaf bir ses
Çarpacağım her duvarda sertlik yanlısı bir devlet
Bize bir nehir gerek, tersine akan
Durmadan geçmişi gösteren bir takvim
Toprağın morali bozuk
Kavgada yumruk yemiş
Akreple yelkovanın savaştığı bir tarih
Kumarda malı mülkü kaybetmiş bir takvim yaprağı
İnsanı tanıyan bir sivil toplum örgütü
İlk seçimde tanrısını değiştiren bir ümmet

Sende tam oldum, kendimde eksik kaldım
Sorularla tamamladım kendimi
Cenneti eksilttim, cehennemi insaf ile yıkadım
Böylece temize çektim kendimi



MANZARALI ÇERÇEVE

Ben senin eskiye bakışından çok çektim
Sabaha vardım tek başıma
Ben senin gözlerinden çok çektim
Kendi içime kazdığım dipsiz kuyularda
Yüzmeyi öğrendim, ardından boğulmayı
Temizlenmek istedim
Yıkanıp
Herkes kadar saf olmak için.

Gece indirdi rengini şehrin üstüne
Uykuya sığınıp kadere inanalım.
Sessizliğe saygısızlık etmeden
Payımıza düşeni alalım dünyadan
Senin dudaklarından bana düşen bölümü
Fabrikaların kâr hanelerinden işçilerin hakkını
Denizlerin rüzgârından nergislerin borcunu
Şarabın kırmızısından, toprağın bereketinden
Coğrafyanın tepelerinden
Bütün gizli aşkları saklayabilecek derin mağaralardan
Ve elbette ıslaklıktan payımıza düşeni
Sessizliğe haksızlık etmeden
Dağ başındaki mabetlerde...

Sen
Gözlerin kapalıyken de
O kadar uzaklara bakıyorsun ki
Gördüklerimde yanılmış olabilirim ben.




YEMEK MASASI

Keşke seninle kavga edecek kadar gücüm olsaydı
Olur olmaz içilen bu taşra meyhanelerinde
Masaya düşmeden havaya sıçrayan içki kadehleri kadar
Hiç olmazsa onlar kadar su çıksaydı içimden

Anılardan geriye kalandır insanı ölüme hazırlayan

Gözyaşları geçebilir iğne deliğinden
Azıcık zorlarsak
Bu ıssızlık da geçer elbet kalbin içinden
Islak bir dünyada
Bir deniz bir nehre karışabilir
Bir kurbağa sıçrayabilir gölden su kıyısına
Ama sadece insandan insana geçebilir hiçlik korkusu
Acı da geçebilir, hüzün de
Yürek çarpıntıları ve ağıtlar da öyle
Ayrılıklar başka bir sağırlık kapısını açar her seferinde

Keşke dünyayı çoğaltacak bir gücüm olsaydı senin için

Senin için yemek yapsaydım kış günü
Deli soğuklarda seninle ısınsaydım.
Olmadı.
İhanetin önünde hüzünle bekledim
Tanrım, al artık bu canı
Bedeni sınama bunca sızıyla, ruhu da
Çığlık çığlığa koşarken ruhumuz ortalık yerde
Sabrı öğrendik bomboş odalarda, susmayı denedik
Sözümüz bize karşı kahraman oldu hep
Yorulduk bu dünyaya kafa tutmaktan
Çekip gidelim artık buralardan.
Başka bir masaya
Belki de başka bir iklime

Son kadehleri
Herkesin kendi kalbine dökmesi gerekiyormuş meğer
Ölülerimizi öpebilmek için




SECCADE

Dualarımızı esirgemeyelim birbirimizden
Karşı karşıya durup birbirimize secde edelim
Kim tanrı, kim kul; bunu kim bilebilir?
Ne olur küsmeyelim, sırtımızı dönmeyelim birbirimize
Alınmayalım birbirimizin sözlerinden

Aramızda kalsın; unuttuk
Bir insanın en tenha yeri neresidir?
Niçin yaratıldık?
İlk günahı kim işledi ikimizin arasında

Şarap içip merhametle bakalım birbirimizin gözlerine
Gözlerini kaçırdın benden, demek sevmiyorsun kediyi
El dokuması kilimlere, işlemeli tabaklara bakalım
Birbirimize dokunamadığımız zamanlarda
Yerinde dursun avuca yapışan kapı kolları
İnsanı süzüp nefreti üstte bırakan kevgirler
Masanın üstüne serili bayrak desenli acemi bir örtü
Pencereyi kaplayan demir perdeler
Mektuplar, fotoğraflar, şarkılar
Oyunun kuralı:
Evi terk eden kaybeder kavgayı

Tanrım, kendime inanmak için bir sebep ver bana!
Eksiksem tamamla beni, çoksam azalt…
Varlık ile korkutma
Yoksulum ve eksik yerlerimden şüphe sızıyor
Çekip gitmeye hazırım her an

Tanrım, yorgun sözcüklerinden uzak tut beni
Saltanat makamıyla terbiye etme bu kulunu!

Bize ömür boyu yetecek bir inanca ihtiyacımız var
Bu yüzden
Hiç durmadan ibadet ediyorum ikimize birden



PASPAS

Yüzünü ahlaksız bir soğuk yalayacak birazdan
Çıkıp gideceksin kendinden, kimse tanımayacak seni

İnsan, kendini terk edebilir zorda kalırsa
Herhangi bir ıssızlığa çekilebilir
Su gibi geçip gidebilir bulduğu bir çatlaktan
Çıkmaz sokaklarda duvar dibinde oturur
Taş içinde sessizliğe akar
Bir kuşun göç yolunda durup dinlenir

Yolu olmayan yolcunun acısını
Kim anlatacak şimdi bize?

Bende de tam böyle oldu
Uykumu dişi bir söz yaladı:
“Sende büyümek istiyorum.”
Hesapta yoktu yolculuk
Ömrün bu geç vaktinde
Çekip gittim kendimden, kimse tanımadı beni
Vardığım yerde ellerimi eksilttim ilkin
Boyum kısaldı, tüylerim ağardı
Şimdi
Sesim daha yorgun, yüzüm daha esmer
Bacaklarım elbette titrek.

Kahvenin yarısını uyku içti yine.

Işığı kapatmadan da duyuyorum kendi sesimi
İçimi yakıyor elbette bu ayrılık
Açık yaranın üstüne düşen su damlası bu ömür
Elimden gelse, göğsümü bölüp ikiye
Dağ başına bırakacağım bir yarısını
Diğeri kurda kuşa emanet

Ayın bir parçası düşmüş evin içine
İşin yoksa kalk kapat gözü körelten renkleri

Yağmur yağdı, bütün ayıpları örttü toprak



SOFA

Korkma, öleceksek de adam gibi öleceğiz
Boyun eğmeden bu hayatın yalanlarına

Gece bitecek birazdan dumanlı şarkılarla
Günü herkes kendi gözleriyle karşılayacak
Yüzümüzdeki bu esmerlik, gecenin eseri
Elimizden gelse kendimize dair
Yaşadığımız tüm zamanları unutacağız

Balık pişirip
Otları mezeye çevirdik
Karşı kıyıda yakılan ateşin rengiyle ısındık
Tenimizi çıkarmadan üstümüzden
Karanlığın büyüdüğü zamanlarda tanıdık birbirimizi
Sorduk:
Bir insan ruhuna boşaltmışsa sırlarını
Kendinden alacağı evladı olur mu?

Rüzgâr yorulmuş oysa bütün gün suyu üşütmekten
Suyun avcısı evine eli boş dönüyor yine
Bu yüzden hayata çok da güvenme
Ateşsen sönersin bir vakit sonra
Nefes almayı bilmeyen bir yangınsan
Kendi dumanında boğulursun

Adam gibi çekip gidiyoruz işte bu hayattan
Kendimiz dâhil kimseye boyun eğmeden




TESPİH

Bize bir mucize gerek insanı ateşten kurtarmak için

Gerekirse dünyanın ortasına bir cennet kurarız
Cehennem zorda kalırsa
Kızıl bir gül olup açarız çölün en tenha köşesinde
Olmazsa bulduğumuz ilk cemaate sorarız:
Yüksek kaldırımlarda
Tek bacağıyla nasıl yürür bu semazen
Mevlevi tekkelerinde dönenip duran her zerre toz
Dervişler ve onların kimsesiz kudümleri
Kendinde başlayıp kendinde biten insanlar
Nasıl unutur bakir mücevherler dağın yokuşunu

Keklik durmadan konuşuyordu kumlarla
Ku, ku, ku… Ku, kurak… Ku, kurak
Derdine kuytulukta çare arayan sır kutusu
Gönlü uykularda kaybolmuş bir Yusuf
Kurumuş bir tutam kuduz otu… Sorduk:
Ortalıkta kundağıyla dolaşan bu kuşku kimin?
Kuyudaki bu korku kime ait?

Ey gönlün eksik dili, korkma söyle:

Kendimizi gömmeyeceksek bu mezarı niçin kazıyoruz?




AİLE ALBÜMÜ

Aynı anda birçok insan olmak istedim
İlk yanlışım bu oldu

Meğer ne kadar eksilmişiz bu yolu yürürken
Dönüp arkamıza bakmayı akıl etsek, göreceğiz
Tanıdık kimse kalmamış bizim tarafta
Ne diye başlamışız sanki bu kanlı kavgaya
Ne diye yıkmışız dünyanın bütün kalelerini
Ruhumuzun duvarlarından başlayarak

İşte yine avlulu bir ev ve yine aynı çepeçevre gökyüzü
Tam bir parça koparacakken kendi etimizden
Çenemizde bir ağrı
Meğer taşa diş geçirmişiz

Pek çok olabilirmişiz
Gönülden istesek
İstemedik, yitirdik düşleri
Bu yüzden suyun kırgın sesini kimse duymuyor




DUVAR SAATİ

Bir insan, içinde birçok bekleyişi büyütebilir
Birden çok acıyı da
Aldanışı ve ihaneti kucağında besler kuşkucu zaman

Yetimhanede bıyığı erken terler oğlan çocuklarının

Ayrılıkların ardından
Tutar kocaman bir yalnızlık kaplar yüreğin her yanını
İhtimal dünyanın bütün yanlışları bekler kuytuda
Durmadan içini kemiren sorular, korkular
Evin dışı sakıncalı bölge, fotoğraf çekmek yasak

Islahevleri bıçağı erken keskinler.

Geç bir saat değilse
İnsan, içinde sonsuz güzel bir sevgili de büyütebilir
Mümkündür
Sarıp sarmalanmış bir yastık parçası dile gelebilir
Birlikte yolculuklara çıkılır yatakta, enine boyuna
Mola yerlerinde birer bardak sıcak içecek
Çok acıkmışsanız eğer bir gram et parçası
Dantelli örtüler, oyalı saç örgüsü
Her geçişte para isteyen köprüler

Hapishanede acelesi olmaz ranzaların büyümek için.

Epeyi zaman var sabaha
Yurdun bu sıcaklığının kıymetini bilmemiz gerek
Sabıkalı bir renk karşılayacak belki de
Kavuşacağımız ilk iklimde bizi




GÖZLÜK

Sokaktan çekildi çocuk sesleri
Fesleğen kokuları ve gün ışığı
Ardından uysal sohbetler

Gözümüz alışsa şu karanlığa
Karşımızda duran yüzün acıları okunur olacak
Utanmadan bakabiliriz belki birbirimize
Hepimizin saklısında bir yığın günah
Kimlik hanelerimiz suç deposu
Oysa sokaklar bu vakitlerde
Çocuk ve fesleğen renkleriyle dolu olmalıydı

Birbirimizden çekip gidebileceğimiz en uzak yer
Tenimizi kaplayan kokular olmalı
Kendi evlerimizdeki misafirliğimiz de bitiyor sonunda
Gözümüz, bu zifiri karanlıkta da görüyor birbirini
Belki kendimize de hesap verebiliriz zorda kalırsak

Bilen var mı?
Çıplak tenin, çocukların ve fesleğenlerin anıları
Nerede saklı?




MUTFAK KAVGALARI

Evde oturdum bütün gün
Sen başka coğrafyalarda uykudayken
Seni özledim durmadan
Ayrılık üzerine şarkılar dinledim
Aklıma yurt kurmuş yüzüne baktım
Yemek yaptım; sen yemedin
Payına düşeni dolaba koydum
Yatağa uzandım, senin tarafın soğuktu
Sokağa baktım, eski bir cam parçasına
Kırılgan ruhlara; kiremitlere ve taşlara
Duvarların bana anlattığı masalları binlerce kez dinledim
Yüzümü yıkayıp kokunu süründüm
Kalbime tebeşirle acele sınırlar çizerek
Sek sek oynamaya çalıştım evin içinde
Dilimi keskinleyip seni acıtacak sözcükler icat ettim
Yanlışlıkla kendimi kanattım; dişlerim döküldü
İçimden çok kızdım sana
Aynaya baktım, yüzümün yarısı yoktu
Tuhaf bir şey
Memelerden durup dururken süt akıyordu evin içine
Anladım:
Olsam olsam
Senin doğurduğun en soysuz
En hayta çocuk olabilirim ancak ben




TIKANMIŞ BACA

Hayat bırakıp gidecek bizi bir gün

Çok cıgara çektim ben bu izbe ömürde
Su içtim önüme gelen her meydan çeşmesinde
Çok insan tanıdım, çok yanlış yaptım
Seni
Seviştiğimiz zamanlardaki gibi hatırladım hep
Aklıma gökyüzüne yazdığımız ilk soru geldi:

“Tanrım,
Yoldan çıkardığım bunca insanı ne yapacağım ben
Sana kötü olduğumu ispat ettikten sonra
Bundan sonra ne yapacağım?”

Boş işlerle uğraşmayı seviyorum
Senin şeytanın olmayı da bu yüzden sevdim

Dünyayı karıştırmak için çıktığım bu yolculukta
Elbette yardımcılarım olacaktı

İnsan, her gün aynı aynada aynı yüze baktıkça
Dünyanın en ürkek ruhu sanıyor kendini
Hiç bitmeyen bir ısrar tüketiyor kader çizgilerini
Ağız dolusu bir küfürle doğuyor güneş

Bazen hiç sebebi yokken
Kendini önemli sanıyor insan





KREDİ KARTI

Şehrin yarısı çıplak, yarısı borçlu

Akla gelen her soru ölümlü
Esnaf kredi mağduru
Çiftçi, toprağı döllerken sorun yaşıyor
Bir garip dağ hikâyesi başlıyor sinemada
Herkesin esaslı bir kahramanlığı var evin içinde
Kendi sesini dinleyen kazanıyor
Kural dışı duraklarda beklemek yasak

Aslında herkesten daha korkağım ben.

Şehrin yarısı zengin
Diğer yarısı çizgili gömlek giymiş üstüne

Bir kadınla mutlu olmayı unutmuş olabilirim
Ama bir kadın için acı çekmeyi hiç unutmadım
Şimdi hak etmeyen bir ruh sahip olmuş bedenime
Yatakta gözü deşilmiş kanarya taklidi yapıyorum

Elimden gelse
Kalan ömrümü bir tek kendimle uyuyacağım


ARDİYE

Pazar günleri apansız bir yağmur yağar
Çarşıya giden kadınlar geçer sokaktan
Ayakkabılar gök gürültüsüyle ıslanır
Gücümüz olsa da temize çeksek bu manzarayı
Azından bir başka renk eklesek göğe
Alış verişte paranın üstünü saymadan alsak

Ölülerin ardına çok takılmayalım
Mezarlıklar sessizliğe emanet zaten
Dualarla sakinleştirelim toprağı

Bilirsiniz, yaşlandıkça masum olur babalar
Ağırlaşan seslerinden anlarsınız siz bunu
Kilolar, terazilere bir boy büyük gelir
Kokular da öyle, uykular da
Asla bağırmazlar, varsa eğer, torunlarına
Elde avuçta kimse kalmamışsa
Konu komşu çocuklarıyla idare ederler
Evlatlarından sakladıkları tatlılar ve sabır
Avuç avuç dağıtılır ortalığa
Anneler dalgınlaşır kendine ait her parçada
Son bakışlarıymış gibi bakarlar gözlerinize
Ansızın telefon çalsa
Saatin kaç olduğunu kim söyler bize?
Boynumuzun terlemesi normal midir taşları okşarken?
Servileri sulama sırası bize geldi demek sonunda
Her cenaze sonrası
Çiçek tezgâhlarının önünde biraz daha uzun duruyorum
Bunun bana yakıştığını söylüyorlar



TOZ KÜREĞİ

Sanırdım ki
Taşı taşın üstüne koyunca insan ölümü yener

Sen şimdi
Bir başka zamanın kollarına gidiyorsun
İçim acımaz mı?
Acımaz mı bu yürek Allah aşkına!

Söyleyin aldanışa
Kendine benden başka bir nehir bulsun
Toprak onu bekliyor

Senden haber almayı beklemedim, dersem
Yalan söylemiş olurum
Oturup durdum evde
Birkaç küçük iş yaptım
Estim kükredim evin tozuna toprağına
Saksıda tuz yetiştirdim
Sıkıldım oturduğum adresten
Çekip gidiyorum şimdi buralardan
Söyleyin hayata
Eziyet edecek başka birini bulsun kendine







BAYAT EKMEK

İnsan, en güzel yaşında ölmeli
Hayatı çok da eskitmeden

Yaşlılık, hayatı anlamanın bedeliymiş.
Tanrıya giden yol daha kısa olurmuş meğer
Ömür büyüdükçe

Birbirimize gözyaşlarımızı ödünç verelim ihtiyaç olursa
Acılarımızı cüzdanımızda saklayıp
Sevinçlerimizi satışa çıkaralım günler kısaldıkça

Bunu anladık:
Yaşlandıkça daha anlamlı oluyor gökyüzü
Su da öyle, ışık da…
Toprak, korkutuyor sadece

İşin doğrusu birçok ölü arkadaşım
Benden daha genç oldu fotoğraflarda

Yaşlılık kötü iş
Söylenmemiş sözleri duyuyor bazen insan

İnsan, en sakin anında ölmeli
Hayattan çokça alacağı varken




OTURMA ODASI

Bütün gün yağmur yağdı, eve kapandık
Tahammül ile eziyet arasında gittik geldik
İki kapı arasında yaptık en uzun yürüyüşümüzü

Ayrılıktan dem vurduk, yalnızlıktan
Uzaklardan kopup gelen ses
Koltuktan karanlığa doğru akıyordu
Anıların karşısında durabilen dalgakıranlara aşk olsun
Şarkı dinledik, hüzünlendik
Aklımıza yiğit zamanlarımız geldi
Tırnağımız kırılsa bu kadar acımazdı içimiz

Anladık:
Yaşlılık, hayatın insana son zulmüymüş.




KİLER

Yaz bitiyor. Domatesler için son sıcaklar cepte
Biberler kızardı.
Bamyaların suyu bez torbalara saklanmış
Yağmurlar hırçın, ruhlar kırılgan.
Acemi bir coğrafyada
Uzun bir uykuya hazırlanıyoruz hep birlikte

Uyku zili çaldı mı yoksa?

Yelkovan akrebe saldırıyor
İkisinin de saklısında çalışkan birer bıçak
Müşteriler, barış görüşmelerine hazır
Kazanç peşinde bütün tüccarlar

Umarız, gece yarısını geçmişizdir

Yatak batıyor insana bu uzun karanlıklarda
Kalkıp bir yere gitmek mümkün olsa keşke
Başka bir iklime hiç olmazsa
Böyle zamanlarda
Bu kadar sıkılınca çarşı esnafı




KITLIK YEMEKLERİ

Herkes yaprakların sarısından tanımaya çalışıyor
Yorgun zamanları
Oysa biz
Aramızdan eksilenlerden anlıyoruz
Coğrafyanın eskiyen renklerini
Günler hep daha kısa
Koyu bir uyku bekliyor kediyi
Kanepenin üstünde.

Kimsenin dokunamayacağı bir yerde durmuşuz
Sen, ben, tırnağı keskin son evlat
Uzansak
Ölümün güleç yüzüne dokunacağız neredeyse
Mutluyuz şimdilik burada olmaktan

Günler, tanrının emriyle geçiyor bu evde
Pek de bir şey yapmıyorum
Uyanıyorum bazen, akşama doğru
Kahvaltı… Ardından bir yudum su…

Akşam yemeği ağır oldu.
Böyle giderse karanlığı sabah etmek zor olacak



TERMOMETRE

Buz tutmuş sokaklarda
Geceler, takvimlerde yazılanlardan daha siyahtır
İnanmayacaksınız
Bir yağmur gölgesi kadar uzayabilir karanlık
Bir kadının susmaları kadar kimileyin
Bazen de bir erkeğin bebekliği kadar

Kimsesiz kalırsanız
Söylenecek son söz, kullanacağınız her bahane
Bu huysuz inanç
Sizi düze indirebilir
Kar yağar durmadan.
Hayatın içinden beyazın eksilmesini istersiniz
Aslında her tarafta uçuşan bu renkler de olmasa
Geceler daha karanlık olacak büyük ihtimal
Kimse kimseyi görmeyecek belki de
Çıplak camların ardından

Dünyanın en koyu rengi olmalı bu:
Senin yokluğa
Benim kendime baktığım geceler

Belki de, insana en yakışan mevsimdir kış
Ruh, bu yüzden durmadan ısıtır bedeni.



ANI DEFTERİ

İlk açan tomurcuğu kavuran bu sıcak
Beklenmedik bir fırtına tortusu
Çekip gidebilsek keşke
Bu tenha zamanlardan

Hava dayanamayacağımız kadar eski
Dostlar beklemediğimiz kadar emanet
Yaz, kendinden beslenen yaşlı bir solucan
Toprağa usul usul yaklaşan

Gömülürken
Yaşadıklarımı yanıma alma hakkım olsaydı
Çocuk gibi sevinirdim
Bu yüzden bırakın da alışayım
Bana uygun gördüğünüz bu yeni ülkeye

Toprağından sürülen her muhacirin
Acısı başka bir renkte olur, bunu herkes bilir
Her çocuğun öğrendiği ilk şarkı
Ayrıldığı evlerin rengine benzer
Giysileri kendi toprağını özler durmadan

Suyun hakkını ödemeye çalışan
Ateş olduk biz bu dünyada.




PENCERE

Bakıp durdum sokağa bütün gün
Kalabalıklara; insanlara, arabalara, yazılara
Tek çift oynadım hayata dair
Ben çiftten yanaydım.
Köpeğim tek tek öğreniyor korkuları

Kızdığımız şeyler oldu ikimizin birbirine
Şarkılara, filmlere, yemeğin tadına tuzuna
Karşı pencerede oturan siyam ikizleri aldırmadı buna
Haberlerde söylemişler
Kapıcı da uyardı birkaç defa:
Bakışlar gürültücü
Yalnızlığın kokusu çevreyi rahatsız ediyor
Zabitler, ameleleri zorla götürmeye başlamış cepheye

Elimden gelse hayatımı anlatacağım kalanlara
Bağıra çağıra. Olmuyor.
Ölü olma yaşına bastım geçen çarşamba.



İLK KİLİT

Bir insanın hiç olmazsa üç ömrü olmalı
İlkini kendine ayırmalı
Aşk için olmalı ikincisi
Zamanı olursa
Hayata meydan okumalı son hakkında


Her insanın bir ömrü olmalı
Hiç olmazsa, kendini tanıyacak kadar.

Yaşlanmaya izin vermeli hatalar
Bıyıkları terlemese bile delikanlıların
Bir kadın
Karanlıkta
Bir erkek özlemini mezar taşı gibi görmemeli.

Bence her insanın hiç olmazsa bir kerelik
Yaşanacak bir ömrü olmalı...





İKİNCİ KİLİT

Bu ömür yetmedi bana

Sana adamak için bir şansım daha olmalı
Ölüm yakın değil şimdilik, umarım bu doğrudur
Yanılmaya ihtiyacım var elbette
Bu acıyı unutacak kadar yaşarım belki
Belki de
Ayıplarla baş edebilecek kadar sakin olurum

Keşke senin de bana dair bir zamanın olsaydı
Ölüme yakınken, umarım bu doğru değildir
Yanılmak için zamanımız kalmamış, ne kötü
Çocuksu bir sevinç için çok yorgunuz
Belki de
Bu acı, görüp görebileceğimiz son renk olacak

Bence her insanın hiç olmazsa bir kerelik de olsa
Kahraman olmak için bir ömrü olmalı...


ÜÇÜNCÜ KİLİT

Sevişmeden artan su hepimizi ıslatır

Kış başladı, her taraf soğuk, kuşanmalıyız kalın giysileri
Sokağın girişinde asılı duran bir sevişme sahnesi
Elimizden ne gelir balık kokusuna bulanmış küreklerden
Tuz ve iyot, ağ ve misina
Zargana, gün batımında çıplak oltada

Tam tavada her şey hazırken
Dedin:
Bir insanın hiç olmazsa üç ömrü olmalı
İlki hatalar için, ikincisi aşka adanmalı
Ve elbette üçüncüsüyle hayata meydan okumalı insan

Hayatımız elbette küçük bir ayrıntıdır böyle bir aşkta
Su, ıslak su, sevişir durur ruh kendi kendine
Ardından ulu orta bağırır adımızı
Komşuda kuraklık, buğday taneleri yangın sıcağı

İnsanın hiç olmazsa üç ömrü olmalı
Biri sevgililere adanmalı, diğeri hatalar için
Sonuncusunu kendine ayırmalı insan

Her insanın hiç olmazsa büyük bir günahı olmalı
Kendinden başka kimseye söyleyemediği
Çoğalabilecek bir sözü olmalı
Elbette bir de yalnızlığı, bir tek kendisiyle paylaştığı
Her insanın yakışıklı bir sırrı olmalı tarihinde:
Ölüm anında kendini gülümseten


SON KİLİT

Yazık, korkacak bir şey kalmamış sonbahar bahçelerinde
Hayat, pencerenin öte yanında somurtup duruyor

Umutlar un-ufak
Kendi evine çekip gitmiş günler
Sevgililer beklemekten usanmış
Dostlar, buluşma adresinden oldukça uzak bir yerde

Eve geç kalma, ne kadar da ucuz bir söz
Seni özledim, seni seviyorum: unut tüm bunları
Yazık, ayrılırken şu ömürden, hiçbir anı yok aklımda

Bir daha gelecek olursam bu ülkeye
Ziyaret edeceğim önceki hayatımın yanlış şehirlerini
Yitirdiğim bütün aşkları bağıracağım sokaklarda
Herkesin gözü önünde…





DİKİŞSİZ GÖMLEK

Yalnızlıkla baş etmeyi öğrenedim bir türlü

Yemek yaptım, tırnaklarımı kestim, evi temizledim
Kendimi hedefe koyup
Acımasızca ateş ettim alnımın ortasına
Kırılan aynadaki sûretimi temizledim
Eğer damarlarımda bir parça cesaret kalsaydı
Parmaklarımı kesecektim boş yere

Anladım
Yaşlılık, insana gereksiz yüklenmiş bir görevmiş
Kimileyin harflerini bile tanımadığım bir alfabenin bekçisi
Kimileyin de
Kandırılmak üzere yaratılmış bir insan
Bütün bunları çok geç öğrendim
Anlatmak için bir söz verdiler ellerime
Dediler:
Herkes, çok isterse eğer
Kalabalıkların kahramanı olabilir elbette bir kerelik

Tanrım,
İlk defa
Bildiğim bütün dilleri unutarak başlıyorum konuşmaya
Yüzüme başka bir söz eklemek istiyorum.
Olmuyor.
Senin sözcüklerinle konuşmaya başlıyorum yeniden.


SANDUKA

Bundan sonra acılarını kimse ile paylaşamayacaksın.
Ne kötü. Sevinçlerini de. O yok artık.
Su, aktı sel oldu; götürdü toprağı
Rüzgâr oldu kökünden söktü ağacı
Avcı olup kekliği vurdu
Kupkuru ottu, ateşte yandı
Ceylandı, gözünü kumlara döktü
Gölge oldu hep ışığın önünde
Dedi:
Meğer konukluğumuz bu kadarmış bu hayatta
Yine de “veda” sözcüğü çok da sıcak değildi
Anıların dilinde

Meğer bu yüzden sarıp sarmalamışlar bedeni
Sıkı sıkıya bağlamışlar kolları birbirine
Bu yüzden kendine dolanırmış meğer kordon bağları
Kurumuş nehirler, boş meydanlar
Yolcusu olmayan duraklar
Meğer bu yüzden kendimizle kalmışız bir başımıza
Artık, istese de kimse onaramazmış bu yolculuğu
Acısı olmayan insanın tarihi de olmazmış
Durmadan bir karanlığa bakıp dururmuş ruh

İnsan kendini terk ederken canı acır mı acaba?
Geride bıraktıkları yakar mı içini?
Peki, insan korkar mı kendi ölüsüne bakmaktan?
Korkar.

Bu yüzden ben de korkuyorum işte kendime bakmaktan.









SEDAT ŞANVER:


07.12.1963, Urfa…

Yayınlanmış Şiir Kitapları:

Dilin İsyanı (1985)
Aşiret ve Otomobil (1990)
Haremdeki Kadınlar (1994)
Gezgin ve Katil (2004)
Kendine Akan Su (2009)
(hamse mesnevinin ilk parçası)
Devletin Piç Yatakhanesi (2011)
(hamse mesnevinin ikinci parçası)
Cümle Kapısı (2014)
(hamse mesnevinin üçüncü parçası)






Sedat Şanver
HARAM KAPISI
 (hamse mesnevinin üçüncü parçası)


İletişim:
sedatsanver@gmail.com
yazikulturu@hotmail.com

Baskı Öncesi Hazırlık:
Yazı Kültürü

Baskı:
Kanyılmaz Matbaası
5609 Sokak, No: 13
Çamdibi/ İZMİR
0.232.449 14 43


Baskı Tarihi: 04.04.2014


Yazı Kültürü
Yerel Süreli Yayın
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Sedat Şanver ÖĞE
Yönetim Yeri: Atatürk Mahallesi, 927 sokak No. 4/ 1
Bornova/ İZMİR
0.507.801 22 37




















issn: 2146-5290-14