Tanrım, biz sürgün
yollarında kırılırken
Sen hangi sokaklarda
dolaşıyordun?
Muhacir ömrümün kalan tek tanığı
Kız kardeşim Rabia Öğe’ye
Muhacir
Kelimeler Haritası
Sedat Şanver
yazı kültürü
MUKADDİME
Tanrım,
Yaratan sen değil misin bu yeri ve bu göğü
Ve içindekileri ve altındakileri
Dağın taşın üstünde hoyratça dolanan
Bu kaygısız güneşin tapusu sende
değil mi?
Öğütüp un yaptığımız buğdaya renk katan
Otlara, sulara ve elbet tuza tat ekleyen
Bülbüle ses, güle nefes üfleyen sen değil misin?
Sen değil misin alan ve veren; yoku var eden?
Bağışlayan ve cezalandıran?
Uçmak isteyen karıncayı havalandıran?
Avcının gözünü kör edip tavşanı tuzaktan kurtaran?
Tohumun zerresine mucize saklayan?
Senin hükmün değil mi bizi insan eyleyen?
Nedir başımıza
gelen sebebi sorgulanmaz bunca dert?
Söyle, kime yük
oldu bu fukara beden?
Kimden dilenip
kimin mutfağında yedi yağlı börekleri?
Gölgemiz perde
olup hangi ışığı örttü?
Hangi meyhanenin
şarabı dolaşıyor damarlarımızda?
Eşiğinde sızıp
kaldığımız bu kapı kimin? Söyle,
Hangi günahın
cezasıdır payımıza düşen bu kıyam?
Dökülen bunca
kan hangi kabahatin karşılığı?
Korkularını üstünden atamayan silahla
Nasıl savunacağız kendimizi?
Ceylanın bileği
kırık, kuzunun eti çürük, kekliğin dili eksik
Suya fırlatılan
taş sekmeden batıyor dibe
Kesilen baş inat
etmiş düşmüyor omuzdan
Acemiyiz,
bildiklerimiz işe yaramıyor senin sofranda
Ekmeği hangi
elle koparıp çorbayı hangi kaşıkla içeceğiz?
Bıçak neyi
kesecek; tahtanın üstünde ne doğranacak?
Darağacında kimi
asacağız?
Ateşte kim
yanacak, kim pişecek? Son adımını
Uçurumdan aşağı
atacak cahil de kim?
Aradığını
bulmadan eve dönen biçarenin suçu ne?
Sözün uçup
gitmesine nasıl tahammül edebilir gönül?
Sebebi olmalı
tüm bunların; harflerin yan yana gelmesinin
Renklerin,
seslerin, kokuların; hainlerin ve kahramanların
Dölleyen erkeğin,
doğuran kadının
Gülün rengi ile
güneşin durduğu yerin
Uyuduktan sonra
uyanmanın, öldükten sonra dirilmenin
Hasta olup şifa
bulmanın
Sebebi olmalı
senin karşında diz çökmenin
Yazgımızı
Anlayacağımız
dilde fısılda rüzgârdaki suretimize
Hazırız; söyle, bilelim:
Sen değilsen bu
zulmü bize reva gören kim?
DOĞUM SANCISI
Az
kalsın her şey bitti, diyorduk; yeni başlıyormuş meğer
Düştüğü yere gömeceğiz
bundan sonra ölenleri
Yolları yormanın anlamı yok
Takati kalmamış kimsenin
Sıkı kundaklara sarıp
sarmalayın boynunuzdaki muskayı
Hava soğuk
Çeşmenin alnına yazılı kûfi
ayet buz kesmiş
Derin uykuları uyuduğu
beşikte üşüyor tanrının sureti
Gel, kırlara doğru çıkalım
Kendi ayaklarımızla
yürüyelim patikalarda
Taş, çaresiz teslim olacak
çekiç darbelerine
Börtü böcek yitirecek
yurdunu; unutma
Ağzında dili olanlar
oturacak sofranın baş kısmına
Bak, karınca yuvalarını
korku kaplamış
Gaz doldurup ateşe
veriyorlar tünelleri
Gidenler bir başına,
uğurlayan yok
Kaleler kuşatılmış,
burçlarda yalnızlık dalgalanıyor
Acıyı diri tutmaya yardım
ediyor zulmet
Kadınlar, suyun altında
kaygıyla başlıyor ibadete
Kuşku her köşeyi işgal
etmiş; sıra kimde, bilen yok
Az sonra biri daha ayrılacak
aramızdan
Ağız açılmadan sayım
başlıyor hiçlik âleminde
Yoktan var edecek tanrı,
pencereler tedirgin
Sırça köşkte görünmeyeni
gösteren duman
Ağır adımlarla işten eve
dönüyor işçiler
Duvarın üstünde yan yana
sıralanmış sokak kedileri
Usulca ikiye yarılıyor
bacaklar, tarifsiz bir kızıl çığlık
Ansızın en zayıf noktasından
kırılıyor fay hattı
Ortalığa saçılıyor tespih
taneleri; imameyi sıkı tutun
Şimşekler, gök gürültüleri;
nefes alan meçhul katre
Kendini ıslah eden bulut
kümesi
Başladı işte fırtına
Buğulu manzara çekip gitti
dağlardan
Geldi dayandı mahrem kapıya
mucize
Böyle giderse her tarafı
ışıltıya boğar bu yağmur
İçimizden birinin söylemesi
gerek:
Acının acıyı değil; sevinci
beslemesi marifet
Anlıyoruz; biz asla
öğrenemeyeceğiz bu zavallı ömürde
Değirmenin çarkı neden boş
yere suyu öğütür
Rüzgâr neden önüne katıp
götürür eksik ömrü
Cevabın kendisi olmuyor
hayatımıza hükmeden
Soruları baştan çıkaran
bilinmezlik şehveti
Her yol çatalında yeni
bilmece çıkıyor karşımıza
Bak, bir insan daha silah
olarak kullanıyor ellerini
Tuzlu ekmek yiyor, su içiyor
ve yürüyor sadece
Öç alıyor eksik yaşanmış
zamandan
Damarlarını söküp fırlatıyor
düşmanın önüne
Kan fışkırıyor sözcüklerin
arasından
Çocuklar yanık kirpikleriyle
direniyor lanetli masala
Sakallar usturayla dipten
kazınmış
Bıyıkların ucundan tütün
kokusu sarkıyor
Elini toprağa sürüp abdestini
tazeliyor kaktüs
Olan biteni anlatmak
parmaklara düşüyor
Elbette biz, sonrayı ve
ölümü hep merak eden biz
Sebebini bilmeden eşeliyoruz
mezarları
Olan bitene kimse şahit
olmayınca, çıldırıyoruz
Günler boşuna avutuyor amin
bekleyen duaları
Birbirimizin elini tutalım
korktuğumuz gecelerde
İçecek suyu, yiyecek ekmeği
olalım yoksul bedenlerin
Karayel alıp başını gitmeden
başka denizlere
Bitirelim
insafsız savaşları
Bülbülün
aşktan daha önemli işi var kafeste
Geyiğin
bakışları boşluğa saplanmış kaderini bekliyor
Kavganın
sonunda
Tüfeğin
tarihini yazacaklar tabaklanmış derinin üstüne
Keklik
son efsanesinde tuhaf telaşlı
Yaban
keçisi kendini en kötü sona hazırlamış
Bir
ayağı boşlukta, kaderinin üstünde zıplıyor alageyik
Ceylan,
avcının kucağında tek başına tutuyor yasını
Gözler
ağır, el ayak şişkin, dudaklar kuru
Evliyaların
uzun kemikleri çatırdıyor sancıdan
Yüksek tavanlı binalarda
ararken tanrıyı
Bu kadar eziyet çekeceğimizi
nasıl tahmin edebilirdik?
Bir düş ülkesi uğruna
öleceğimiz kimin aklına gelirdi?
Rüyada görsek inanmazdık
Turnalarla birlik olup
sonsuzluğa uçacağımıza?
Çocuğum
Sen değilsin yeryüzünün
sahibi
Ellerin, bacakların; içten
içe kanayan saç dipleri
Kaskatı kesilmiş bu damarlar
senin değil
Kuru cam parçasına dönmüş
tırnaklar
Az daha zorlasan “çıt” diye kırılacak ruh
Sana ait değil buralı olan
hiçbir nimet
Dünyanın kahrını görmekten
yorulmuş gözleri
Yuvalarından söküp körlere
dağıt
Bak, buruşuk derinin
altından kemikler fırlamış
Anla ve öğren; efendi değil,
kölesin bu tenin içinde
Söyleyin; canı ağrıtan bu
yer neresi, kimin yurdundayız?
Açılın önümüzden,
asılacağımız sehpayı görelim
Celladın beklemeye tahammülü
kalmamış, kalmasın
Güle ihtiyacımız yok,
koynumuzda büyüttük biz dikenleri
Çekin kenara bu sefil, bu
berduş ahaliyi
Kimse bilmiyor kimin eline
düştük
Bize küfreden bu soysuz
kalabalığın sahibi kim?
Göğsümüzü ikiye yaran çakıl
taşına soralım
Nehrin bitmeyen derdini söze
o döker belki
İnsan kendinden neden
umudunu keser
Çok geç öğreniyoruz biz
bütün bunları
Gün bitiminde aynı şey oluyor
yine
Kimin olduğu belli olmayan
ses
Karşı duvara çarpıp
kucağımıza düşüyor
Payımıza
bir tek kupkuru söz kalıyor bu âlemde
Doru
kısrak ruhunu alıp gidince aramızdan
Anılar,
sararmış yüz, kırgınlıklar uyuyor yatakta
Sonunda
İbrahim’in de öldüğünü anlıyor herkes
Meğer
her şey yeni başlıyormuş
Hazır
olun, size daha kötü haberler de vereceğim
TAŞ AĞRISI
Meğer bilmeden
Ne çok korku saklamışım ben bu bedenin içine
Ömür,
Koşar adımlarla geçiyor
yanıbaşımızdan
Aldırma söylenenlere
Çeşmenin suyu kesik, bize ne
Yıkanacak gömleği olan
düşünsün
Çekip kopar
Memelerinin ucuna yanlış
dikilmiş düğmeyi
Derinin altında ne varsa
dökülsün ortalığa
Dolaştığımız sokaklara savur
kuşkuları
Usulca mırıldanmaya başla
sevdiğin şarkıları
Boş ver başımıza gelen bütün
belalara. Bak
Önünde öylesine durup
sebepsizce bekleştiğimiz
Bir türlü içini
göremediğimiz
Ne çok hiçlik duruyor
gözümüzün önünde
Elinde kalan kelimelerle
kendi efsaneni yaz
Zamanın pörsümüş etine geçir
dişlerini
Takatin kalmışsa ayağa kalk
Terk et seni yatırdıkları
yatakları, bırak
Meydanlara dikilmiş
anıtların kaidesinde
Sonsuza dek yaşayacaklarına
inananlar uyusun
Bırak, kendi alfabesiyle
okusun herkes
Bu mağlup hikâyenin eğri
büğrü harflerini. İsteyen
Bir
yenilgi daha ekleyerek katılsın kavgaya
Parmak uçlarını yakan alevle
oynaş
Bak,
durmadan yer değiştiriyor şehrin sakinleri
Göğün
ayıpları kutsal evlere sığınmış. Gece,
Bir
türlü bıkmıyor kesik kesik öksürmekten
Az
daha zorlasak göğüs kafesini
Ciğerleri
avuçlayıp masaya koyacak
Tırnak kanatıyor deştiği
yarayı
Gel,
hiçliğin ellerinden sıkıca tutup
Emin
adımlarla yürüyelim cennetin cahil köşelerine
Keklik, çığlık çığlığa aşkı
çağırıyor yardıma
Yangın, haşarı kıvılcımla
işaretliyor yakacağı yöreyi
Seherin serinliğinde
dudaklara ilişmiş tekerleme
Herkes, ilkin kendi
hastasına çare arıyor
Buz, dağdan kopardığı kılıcı
bulutlara saplamış
Her insan başka dünyanın
kahramanı
Ne varsa sona eriyor;
anlıyoruz, burada bitiyor yol
Sahipsiz sesler ansızın
çevirip kafasını
Cama fırlatılmış taşı
görüyor
İçimdeki bekleyişi
kalabalıklarla uğurluyorum sonsuzluğa
Ateşin külden korktuğu
söylenirdi; bak, bu doğruymuş
Suyun şırıltısı çekinirmiş
meğer kendi akışından
İhtimal vermemiştik, ama bu
da doğru çıktı
Yaşadıklarımızdan geriye
ağır aksak hatıralar kalırmış
Bu da pek yanlış sayılmaz
Öyleyse haber verin bahçeye
En güzel rengiyle açsın
hüsnüyusuf
Sarıp sarmalasın duvarı
sarmaşık
Vakti varken gül dalının
Doyasıya salınıp dursun
rüzgârda
Ortalık paramparça,
ayakların altı mosmor
Hakkımızda kırık dökük
yığınla tevatür
Bir an durup dinlesek
Büyük ihtimal biz de
anlayacağız
Dile gelecek bebeğin derdini
Topal karınca, kör yılan,
başsız güvercin ve ben
Çürümüş ölülerin başında
nöbet tutuyoruz
Işıkları kapatıp ibadete
başlıyoruz hep birlikte
Anlıyorum: meğer bile isteye
Pek çok acı biriktirmişim ben bu dilin içinde
MAHALLENİN MEYHANESİ
Meyhanenin
yoksuluyuz; sohbet zayıf, şarkılar serin
Karşı masadan çifte
mutsuzluk gönderilmiş soframıza
Gömlek cebinde asabi
çizgiler, harami ipek mendil
Kabul edin, bu alkol dolu
kadeh üstümüze zimmetli
Hiç durmadan tüten bu
simsiyah yalnızlık
Parmak uçlarına pek uygun
Gökyüzüne kurun bu akşam
çilingir sofrasını
Sarhoşluk en çok kuşlara
yakışıyor
İnsanoğlunun gözü kara
Eline ne geçerse boşluğa
fırlatıyor
Soluk almadan istifliyor
çöpleri paltosundan içeri
Hakkı olmayan elmanın
peşinde koşturuyor durmadan
Gelin, kumar oynayalım
İhanetlerimizi ortaya
koyarak anlaşalım birbirimizle
Kazananın elinde kardeş
ölüsü kalacak bir tek
Sakinleştirici ilaçlar, suç
aleti sözcükler; epeyi mal mülk
Korkudan bitirilememiş
cümleler
Kabahatin savunmasında kanıt
olacak pahalı itiraz
Ruhumuz kadar dolandırıcı,
üçkâğıtçı, sahtekâr vaatler
Titrek kalemin yazdığı
anlaşılan soysuz uzlaşma metni
Biz hepimiz
Oyunları baştan kazanmış
hepimiz
Varsa eğer mermi atan
oyuncaklarımız; kurşun askerler
Hançerler, kasaturalar;
ustura ya da bıçaklar
Ve elbette şişe parçaları,
cam kırıkları, jiletler
Ne güzel parlıyor, değil mi;
katilin elindeki ay ışığı
Herkes adının ilk harfini
Meydanda sahipsiz yatan
cesedin sırtına kazısın
Yerdeki şehvet kadar gerçek
değiliz nasılsa hiçbirimiz
Acı çekmeyecek bundan sonra
sinir uçları
Nefret, boşaltırken kendini
pahalı bedenlere
Damarları birbirine bağlayıp
firar edeceğiz bu dünyadan
Çırılçıplak koşacağız
genelevlere doğru
Başıbozuk sokaklarda
fotoğraflarımızı arayacağız
Nereye gideceğimiz
tabelalarda kanlı oklarla gösteriliyor
Ezberlenmesi gereken duaları
Afişlere koyu kelimelerle
yazmışlar
Bizi hapsettikleri
üniformalardan çıkış yok
Cadde mağazalarının
vitrininde
Tanrının yeni modelini
sergilemeye başlamışlar
Kredi kartları ve şirket
faturaları olan bitene şahit
Kutsal kitapların
genişletilmiş basımı var piyasada
Kurtlanmış
yaranın üstüne basın kızgın mührü
Günün
sonunda
Başöğretmen
kırmızı kurdele takacak göğsümüze
Tanıdık
birinin fotoğrafını yapıştıracaklar karnemize
Yemin ederim
Sevgilime pahalı hediyeler
alacağım doğum gününde
Söyleyin, bileyim;
Kendi başıma ne yapacağım ben bu kupkuru sözcükleri
Ekmek,
su, tuz değil öpüşürken dudaklardan sızan iniltiler
Göğse
yaslayıp uyutacağımız
Bebek
ninnisi değil ortalığa dökülen fısıltılar
Seni
sevmeye yetmiyorsa ne işe yarar bu dil
Bunca
gözyaşı, bunca ihanet; bu kadar kırgınlık
Porselen
tabaklarda servis edilen zeytinyağlı mezeler
Gümüş
çatal-bıçak, ipek dokuma peçete
Dilbilgisine
uygun fiil çekimleri
İçimizi
ağrıtan kelimeler; cinsiyeti belli olmayan sesler
Kurallara
uygun cümleler
Savunmamız
sağlam
Getirin
el basalım sözleşmenin ilgili maddesine
Bildiklerimiz
bu kadar; hayata dair başka sözümüz yok
Kadeh
boşaldı, seferberlik ilan edildi, ortalık karışık
İçli
bir ah bile çekemedik kendi başımıza
Çarşıda
bir telaş, bir koşuşturma; esnaf tedirgin
Oyun
erken bitti, sahibimiz yenisini başlatacak
Herkes
kendine yakışan cellatı arıyor seyyar satıcılarda
Kaldırımda
duran cesetin acı çekmeye niyeti yok
Ücra bir köşede durmadan
içiyoruz
Masada ne varsa sarhoş
oluyor
Şişenin dibinde kalan son
damla şarap toprağa dökülüyor
Kural değişmiyor
Yine bir ölüyle ayrılıyoruz
meyhaneden
MİSAFİRHANE KAPISI
Gece, koynunda koyu bir korkuyla
uyanır
Gün, elinde keskin çığlıkla
sabahı beklemiş
Kemik saplı bıçak öylesine
duruyor sofrada
Toprağından sürgünlerin
heybesinde zeytin-ekmek
Evin payına düşen sabır...
Kilerde şarap
Fotoğrafta
huzurla uyuyan çocuk
Sarımsak
acısı, çorbaya katılmış azıcık reyhan
Ocakta
kendini içten içe kaynatan bakır tencere
Yoksul
bacalardan sızan titrek duman
Perşembeden cumaya bir türlü
atlayamıyor takvimler
Emirleri mors alfabesiyle taşıyor telgraf direkleri
Anladık, bir tek ölüm
duygusu terbiye edecek
Yeryüzüne sığmayan insan
sürüsünü
Zabitler dolaşıyor ortalıkta
delibozuk hâlleriyle
Ceplerde yağmalanacak
adresler
İşaretlenmiş kapı
numaraları, tenha vakitler
Eli kanlı haber ajansı açık
etmiş şifreyi
Yangının ortasında petrole
bulanmış üstüpü
Gökten üç elma düşer, meydan
ana baba günü
Uzaklarda
yanan şenlik ateşi
Parlak
takılarla süslenir korkak anıtlar
İntikam peşindeki kılıç
dolaşır durur bahçede
Yaprağın ömrü ağacın kökünde saklı
Hazır
olun, lodos kıyıya yaklaştırıyor batıkları
Yenilmek kaderiydi baharın ilk çiçeğinin
Yolun sonunda kahramanlar yorgun
Tekerlemelere dili dönmüyor masalların
Gece uyandı, elinde morarmış
yalnızlık
Kadınlar, aceleyle çıkardı
emanet giysileri
Erkekler, sığınakları
fazladan bir kere daha kilitledi
Çocuklar, ölülerin arasına
sakladı oyuncaklarını
Pencerenin önünden çekil
Ürkek adımlarla yürü
karanlıkta
Coğrafyanın
kedisini kucağından bırak, eşyaları toparla
İlkin yeni adlarımızı
ezberleyeceğiz
Doğum yeri ve saati
bekleyebilir
Bir ayna bulalım
Yüzümüze bakıp kim
olduğumuzu öğreniriz belki
Belki tanıdık biri çıkar
karşımıza
Sınırları
unut; yokluğun işlerine karışma
Hayatın
işi sorulara cevap bulmak değil, şüphe uyandırmak
Bunu
anlamak çok mu zor
Bir
ay dökülür ortalığa akşamı beklemeden
Renginden
daha büyük ay
Kalbi
tutsak alan bulutlar
Kenar
mahallelerde neler oldu
Hatırlamaz
bunu gün doğumunda işi olmayan kimse
Kalkın çocuklar, sıkı
giyinin; gidiyoruz
Burası da değil yurdumuz
KÜFENİN DARASI
Adımızı
Herkesin göreceği bir yere
bırakıp kaçalım şehirden
Bu topraklarda yaşadığımıza
dair tek şahit yok
Kayıtlara göre saksıdaki
sardunya kimsesiz
Çekip gitti mutfaktan
fesleğen kokusu
Sokağın kapısı kırık
Duvarın oyuğunda saklanan
mektubun sahibi
Ortalıkta değil epeydir
Gözaltları morarmış, tiftik
çorabın ilmeği kaçık
Dededen kalma kırk düğme
yelek düşüyor omuzdan
Kimsenin üstüne uymuyor
sırma işlemeli gömlek
Tanıdık gelmiyor sitenin
girişinde yazılı alfabe
Sırtımızda bir efsanenin
gittikçe ağırlaşan yükü
Sıranın bize gelmesini
bekliyoruz kaygıyla
Dağlar
İmparatorluklar gibi dalgalanarak
yıkılıyor art arda
Bir coğrafyanın kalbi tam da böyle kırıldı işte
yollarda
Duduk sesiyle gömdük ölüleri çölün ortasına
Acem işi bir masalın
ortasında ağlıyor kuşlar
Ezberlediğimiz kelimeleri
bir araya getirip
Örtüyoruz insanoğlunun
günahlarını
Dönmeyenlerden anlıyoruz
kayıp sayısını
Parmakları donanlardan
nehrin soğuğunu
Uzakların hiddetini elbette
biliyorduk
Ama bir türlü öğrenemedik
elimizi tutan katilin niyetini
Parçalanmış kaç beden
bıraktık kim bilir geride
Yanı başımızda yenilgi hikâyeleriyle
korkutulmuş halk
Geçkin yaşa rağmen yüreği
esir alan tıfıl merak
Bir
türlü anlayamıyoruz
Neden
peygamberi yok Farisî dillerin
Tuza yatırdım dilimi, sessizliği incittim
Eksik dişlerimle çiğnedim peksimeti
Lodos söndürdü tencerenin ateşini
Hayata olan borcumu
Elimden gelen suçları işleyerek ödedim
Ekmek ve su kaldı yedekte, gece uzun
Kösteği çıkar, saati kur ve toprağa uzan
Uykunda yürümeye çalış uçurumun kıyısına
Düşlerini çocukluktan kalan oyuncaklar oyalasın
Kayıp tekerlemeleri topacına dolayıp çevir
Çevir, tüm hatıraların başı dönsün
Kartal kalksın, dal sarksın
Bulmacanın eksik harflerini de bulup çıkar torbadan
Aralıksız şarlayan gök, hangi çiçeği ıslattığını
unutsun
Bak, yağmurun arasına ufak tefek ışıltılar karışmış
Dikkat et, bıçkın bir küfür de çıkar birazdan
karşına
Herkes usulca çekilmiş kendi kuytusuna
Karanlığın aynasına saklamışlar bayram hediyelerini
Adını bir taşın altına bırak ve ayrıl buralardan
Yoklama yapılırsa şehri terk ettiğimiz anlaşılmasın
UNUTMA BENİ ÇİÇEKLERİ
Başarabilir miyim,
bilmiyorum
Yaşadıklarımı unutmayı
deneyeceğim ilk iş
Yastığın altına yaşadığımız
önemli vakitleri sakladık
Saatler, her daim ilk
buluşmaya ayarlanmış
Akrep, bir türlü ilerlemiyor
başka mevsime
Çekip alsanız onu hüzün
demetinin içinden
Kırılan boynunu onaracak
yetim karanfil
Rüzgârgülü de öğrenecek
böylece
Günbatımlarında hangi yöne
kanat açacak
Ahali esrik, bilen yok;
kafile hangi köprüden geçip
Hangi düzlükte soluklanacak
Tenimize kırbaçla çizilmiş
sarp güzergâhlar
Yenik bir tarihi orada
bırakıp
Tek başına yürüyoruz esreden
üstüne
Küskün laleler sırtını göğe
çevirmiş
Ağzımızın kıyısında çam
sakızı çoban armağanı ıslık
Kovulduğumuz coğrafyaların
bozuk lehçesi
Yol boyunca dökülen
çeyizlerin parıltılı pulları
Süslü giysiler, nişan yüzükleri,
dantel evlilik çiçeği
Ah ile vah arasında kalan
yerlerde konaklayacağız
Omuzdaki heybeye anılarımızı
doldurmasaydık keşke
Belki daha kolay olurdu
Bu kadar ağır yük olmadan
ölülerin üstünde yürümek
İzin verirlerdi belki
Şarkılarda yalınayak baş
kabak dolaşmamıza
Kimse kafasını geriye
çeviremiyor, omuzlar düşük
Baş eğik, koltuk altına
saklanıyor eğreti çığlık
Kelimeler alfabede rehin,
kendi sesiyle konuşan yok
Ağıtlar, dağın yasak yanında
çekiyor çilesini
Gölge karaborsaya düşmüş, ekmek alacak para yok
Kurtuluş umutları kadınların bacak arasında saklı
Hiç durmadan çöle gömülüyor sübyan bedenler
Büyük felaketin üstüne
asıyorlar vergi levhasını
Emirler kıldan ince, küfür
kılıçtan keskin
Yerde bulduğumuz kimlik
kartları yırtık
Elleri kanatan dikenli tellere
çare bulmak gerek
İşe yarar avuntu, avucun
ortasına haklı sebep
Olmuyor, genç kızlar
bembeyaz saç örtülerini söküp
Suyun karşısına fırlatıyor
Haritanın kirli renkleri
çıkıyor aniden ortaya
Denize yurt kurmaya çalışan
son taş parçası da
Karaya ayak basıyor nihayet
Çocuklar, tanrının elini
tutuyor kayığın içinde
Kimseye söylemiyorlar
sırlarını
Gecenin utanma duygusu saklanıyor ağızlarda
Balığın payına oltanın ucundaki iğne
düşüyor yine
Hiç başlamamış bir önceden
Asla bitmeyecek bir sonraya dönüyor günler
Gözlerimiz yanlış tarafa bakıyormuş; doğrudur
Elden ne gelir, sevgili orada duruyor hâlâ bir
başına
KARANLIĞIN
SURETİ
Çocuklar,
Komşu
alfabeleri yağmalayarak öğrenir ilk kelimeleri
Aynı gökyüzünü paylaşmak
uğruna
Sivri burunlu ayakkabılarla
dövüşür halklar
Sofrada çatal bıçak;
pencerede jiletten keskin bakış
Çorbanın böğründe aynalı
taraftan saplanmış kaşık
Ağaca tünemiş serçe anlam
veremez olan bitene
Gelin
Günahlarımızı birbirimizin
içine saklayalım
Hayata dair tuhaf hikâyeler
anlatalım çocuklara
Uysal ninniler söyleyerek
uyutalım yetimhaneleri
Ölü evinde bir kap yemek,
taziyede hüzünlü bakış
Aşure pişirdik; nohut oda,
bakla sofa
Tepside güneşin hiç bitmeyen
batışı
Kâsede karanfil kokulu
ikindi vakti
Kızlarının kulağında zincirli küpe deliği
Balıkların haberi bile yok
kıyıdaki telaştan
Kovayı daldırsak şimdi
denize, etraf ışımadan
Suyun yırtılışı yanımıza kâr
kalacak
Tanıdığımız
tüm kapılarda sultan mührü
Bahçe
duvarında çarpı işareti
Ahali
aralıksız ibadet ediyor kuytuluk köşede
Böyle giderse paylaşacak
sevap kalmayacak ahirette
Başkasının yarasına bakmıyor
kimse. Bilen yok
Kendini öldürecek daha kaç katil çıkabilir
içimizden
Suya,
toprağa ve havaya saçılmış yıldızları
Toplayarak
çıkalım sabahın karşısına
Bu
viran gönlü rüzgâra bırakalım
Mümkünü
varsa; bir tek o okşasın çıplak teni
Tıkırtılarını duyup suretini
göremediğimiz korkuları
Kilitli kutulara
hapsetmişler
Gecenin asıl rengini görmek
ne mümkün bu telaşla
Yol kapalı, ahali ateşe
yaklaşıyor, gözlerde sürme
Ortalık zifiri karanlık,
idare lambası kullanalım
Ümit edelim de hikâyenin
sonu güzel olsun
Gün ağardı, el ayak çekildi
metruk binalardan
Nar mevsimi geçti; sular
serinledi, yapraklar dökük
Yarasalar kör yüzyılı
bekleyecek avlanmak için
Yıldızları yan yana
gömüyoruz göğün içine
Ölülerin gölgesi
Tek başına düşmeyecek artık
çölün üstüne
Aynı dili paylaşmak uğruna
Kavgaya başladı yine ağzın
içindeki hırıltılar
Sevgilim
Gel,
biz seninle başka yere gidip orada sevişelim
HİCRET KOKUSU
Kahramanların madalyalarını
koklamak
Aklına gelmedi kimsenin
Yoksul bir ülkenin iç
cehennemine fırlatılırken insanlar
Yırtık haritaların dışında
talim yaptı amele taburları
Uzaklarda, dağ başında;
bulutların üstünde kuruyan duman
Kıtlık zamanı; ekmek,
süpürge tohumundan
Kilerde kalan erzak çaresiz
Cumhuriyet ordusu beslenecek
çift öğün
Süt dişleri pazarda haraç
mezat
Şehvet talan ediyor körpe
teni
Uçurumun dibinde göğün saklı
zaferleri
Leş kargaları uçuşuyor
miladi takvimlerde
Yanık et kokusu duyan var mı
coğrafyanın bu yanında?
Karşımıza çıkan ilk gün
doğumunda
Kuşlarla birlikte
başlayacağız ibadete
Memleketin sınırları yeniden
çizilecek kış sonunda
Binanın hâli harap; tahtalar
gıcırdıyor, ağız kuru
Sımsıkı kapanmış pencere,
korkarak tütüyor ocak
Darmadağın köşeye misafir
olmuş örümcek ağları
Kemikler ayazdan dert
yanıyor
Rutubete kurban gitmiş diz
kapakları
İncecik dudaklarıyla
sızlıyor eklem yerleri
Yağlı hamurla avutuluyor
derin ağrılar
Mermi pahalı, kasatura ile
deşin tarihin işkembesini
Ordunun çift pırpırlı zabiti
süngü takmış tüfeğin ucuna
Korkudan din değiştirmiş bir
çift turna
Teşkilat, kapı önünde
nöbette
Başkumandanın emri:
Kökünden kazınacak kızların
saçları
Kimyasal mermi fırlatacak
namlular
Tası tarağı toplayın,
medeniyete gidiyoruz
Karanlık çöküyor aniden
coğrafyanın üstüne
Farklı dilde yağıyor yağmur
Sürgün şehirlerde zamanı
eskitme vakti
Arızalı saatleri gecenin
hakkından düşelim
Gürültülü adamlar geçiyor
sokaktan
Çocukları çuvalların arasına
saklayın
Devlet, genç bedenlerle
besliyor ateşi
Davul sesinden anlaşılıyor:
Aşiretler kaybediyor savaşı
Anılardan başka ışığın
kalmadığı tuhaf bir ömür bu
Denedik, olmadı. Olmasın.
Mümkünse boyun eğmediğimiz
yazılsın tarihe
Alacağa sayılsın bu seferki
gidişimiz
MUHACİR YARA
Kelimelere güvenip boşluğa hikâyeler
sarkıttım
Sonu
olmayan masallar uydurdum dünyaya
Acıyı
azaltacak merhemi sürün yaranın üstüne
Yola
çıkın, unutun aklınıza gelen ilk harfi
Her
neredeyse
Arayıp
bulun eziyeti bitirecek sihirli kelimeleri
Bu çöl sıcağında tek bedene
sığmazken korku ve kaygı
Kılıç artığı herkes gökten
yardım bekliyor. Kutsal kâseler
Tren katarlarına erkenden
istiflenmiş
Katıksız ekmek yemekten
Tüyleri dökülmüş din
adamlarının
Efendi evlatlara yakışan iş arıyoruz bahçede
Polis sirenleri ikiye bölüyor sohbeti
Sabaha kadar kül tabağında yakıyoruz
hatıraları
Taşı taşla kırdık, demiri
demirle kestik
Topraktan cam yaptık, camdan
nazar boncuğu
İnsanı sudan yaratan
efsanelere inandık
Âdem’i var eden Havva’ya
Nuh’un heybesindeki toprağa
ve tohuma güvendik
Korkarak yürüdük dağların ve
nehirlerin kıyısında
Kuytuya yerleştik; vakit
doldu, çıktık mağaramızdan
Kavanozun içinde kör
olmaktan korkan mum ışığı
Yüzümüzde
Mucizeleri umursamayan çocuk
bakışları
Kuşlarla konuşmayı bilseydik
keşke
Suların sesinde ağlardık
canımız çektiğinde
Süleyman'ın
dilinde anlatırdık derdimizi rüzgâra
Ayrılığa iyi gelen söz
öğrenseydik
Elimimizi kolumuzu daha az
oynatırdık gurbet ellerinde
Bu kadar şaşırtan ne
hepimizi?
Coğrafyanın kaybedip tarihin
kazandığı zamanlarda
Şarkılar elbette ağlatır insanı
Bir aşk kaç parçaya bölünür sanıyordunuz siz?
Kalbine derin darbe alan ülkeler kaça
ayrılır?
Ortalık kırık dökük cam; ruhumuz tuz buz
Gelin yeni kâbemizde ibadet
ederek başlayalım güne
Yemeği birlikte yiyip
birlikte içelim sofradaki şarabı
Kavganın sonunda tanrının
hayatta kalması için dua edelim
Kelimelere bağlayıp uçuruma sarkıtıyorum
kendimi
Bütün meziyetim şimdilik bu, çok da gelmeyin
üstüme
Yemin olsun, çare bulamazsam aklımdan
geçenlere
Boynumu çizerim hepinizin gözünün önünde
MÜSRİF MANZARA
Elbette
pişmanız bu kadar yakın durduğumuz için insana
Takvimlerden
doğduğumuz günü çıkarabiliriz
isterseniz
Gök dipsiz kuyulara
fırlatmış kursağındaki renkleri
Gül ağacına yazılan umutlar
Nehir yatağında akıp gitmiş
Yeryüzü ıslanmasın diye
ergen yağmurlarda
Toprak damları dövüp duruyor
erkekler
Kadınlar
Sırtını güneşe dönmüş
cepheden oğul bekliyor
Börtü böcek
İğne yapraklı ağaçların
altında ibadete hazırlanıyor
Günün en eski hâli: Daldan
düşen yaprak
Toprağın rahminde ilerleyen
nişastalı yumru
Siyah örtüyle her yanı
kaplayan akşam
Dayanamayıp inancını yitiren
gölgeler
Gel,
Sonraya dair hoyrat sözler
yazalım niyet kâğıtlarına
Kelimelerin ilk harflerini
Bile isteye unutalım
kitapların arasında
Aklımızda kalan şüpheli
adresleri ziyaret edelim
Eksik kalmasın aşk
kırgınlığı ve bağışlanmaz bahar
Bırak, üstüne günah
yüklenmiş biri
Tutup tam ortasından yırtsın
tarihi geçmiş inançları
Tavaftaki ayak izlerini kim
isterse o süpürsün sokağa
Üstümüzü örtelim
Bu yalnızlık, bu kimsesizlik üşütüyor ruhumuzu
Yaşlandık, çöplüğü
kurcalamayı terk etmeli
Yokluğu ve yoksulluğu
tasarruflu kullanmak gerek
Hecelere ayırarak söyleyelim
istersen birbirimizin adını
Geldiğin vakit uyandır beni
bu bitkin uykudan
Kavrulmuş kahve kokusu
sarsın evin her köşesini
Guguk kuşlarının yaptığını
yap sen de
Sıcak yatağa yerleştir yetim
yumurtaları
Bilirsin; ben senin olan her
şeyi
Sorgusuz sualsiz büyütürüm
avuçlarımda
Zaman, elbette hızlı
olacaktı yokuştan yuvarlanırken
Biz elbette hesabını
soracağız günü gelince
Başı da sonu da felaket olan
bu hayatın
Tanrım,
Çocukların yokluğunu
gösterme bize
Eziyetten uzak tut çember
çeviren parmakları
Yorulduk
bunca zaman insanlara komşu olmaktan
Öldüğümüz
tarihi silelim artık yazıldığı her yerden
GEÇKİN
YOLCU
Söyleyin bilelim, bizi bu
yurttan kim kovacak?
Hayat,
aklına estikçe tehlikeye atıyor kış aylarını
Avucun ortasında gün ışığı
görmemiş mühür
Elin üstünde gereğinden koyu
çizgiler
Ayakların altı şiş, parmak
araları tuzlu kırmızı
Omuzlarda iz bırakmış elbise
askısı
Odadaki boşluktan payımıza
düşen
Kısa, küçük, korkak adımlar
İç avluda işlenmiş kibar
tespih püskülü
İşte yine aklımızı işgal
eden o kavuşma anı
Çıplak tavanda büyüyüp duran
film kareleri
Yağmur başlar
başlamaz
Herkes ve her
şey çekip gidiyor evden
Akşam yemeği tek
kişilik, sofrada bir kadeh şarap
Dilini anlamadığın bir günah
yaklaşıyor masaya
Yalnızlık delice korkutuyor
kanepeyi
Parçalayıp çıkarabilirsin
bileklerini morartan kelepçeyi
Miskinliği bırak, yürü
istediğin yöne, yeterince büyüdün
-Böyle vakitlerde kendimi terk edip nereye gidebilirim ki!
Aramaktan usanmak yakışmaz
yolcu değil yol olana
Her nerede saklı ise bulmak
gerek mucizevi cevapları
Buralarda bir yerlerdeydi
yarım bırakılmış hayâller
Gel koşalım rüzgârın ardı
sıra
Gönlümüzü kır çiçeklerine
kaptıralım; iri yarı papatyalara
Ölümle derdi olmayan
menekşelere
Bak, yanı başımızdan tavşan
olup kaçıyor günler
Elde, kırlangıçlara yakışan
ömür
Duvarda herkesi gözyaşına
boğan manzara
Sahipsiz bir kentin alfabesi
uyukluyor çantada
Zarfın içinde
Öteki dünyadan olması
muhtemel mektuplar
Çırpınıp durmasın artık
istavrit oltanın ucunda
Sokakta kendine rastlamak
canını yakıyor insanın
Arkamızı dönüp gideceğiz
elbette buralardan
Bizden sonra da dolup
boşalacak çarşılar
Dar koridorlarda avlayacaklar
yine
Seni
seviyorum, diyen bakışları
Mahalledeki gürültüden
şikâyetçi olacak ihtiyarlar
Parlak binalar yükselecek
art arda
Pahalı elbiseler, rugan
pabuçlar; şehvetli iç çamaşırları
Vitrin aynasında herkesin
hayran olduğu kendi görüntüsü
Arabalar kırmızıda durup
yeşilde hareket edecek
Taksitler aybaşında ödenecek
Evsizler, parktaki en
çelimsiz ağacın altına oturup
Gelip geçenin yüzüne boş boş
bakacak
Bir türlü hatırlamayacak
kimse
Bu yola başlarken elini
tuttuğumuz kaç kişi vardı?
Şimdi içinden geldiği gibi
söyle sevgilim
Bizi aşktan kendimizden
başka kim kovabilir?
ŞİMŞİR TARAK
Zincir takıp meydanlarda
dolaştır ellerini
Gücün
olursa şehrin üst katına tırman
Bir
de orada tara leylak kokan saçlarını
Güvercinler
dâhil
Kimse
mahrum kalmasın bu duru güzellikten
Bırak,
kendinden geçsin
Salyası
akan sokak köpekleri, rengi atmış tabelalar
Kaldırımlar,
duraklar, evlerin dışarısı
Burnunu
pencereye yapıştırmış meraklı kedi
Ahali
çıldıracak elbet kıskançlıktan sen salındıkça ortalıkta
Aldırma
kimseye, sihirli ayaklarınla yürü kuyunun başına
Suda
dalgalanan aksini göster
Eğilip
bir de orada öpeyim dudaklarını
Bu
yaştan sonra içimizde kim sebep arayacak ki
Aklın
zil zurna sarhoşluğuna?
Dayanamayıp
açalım dili örten bez parçalarını
Tarihin
zayıf halkaları saçılsın ortalığa
Mutfak
dağınık, toparlamayı aklına bile getirme
Saraylarda
yaşayıp uçan halılarda yuvarlanalım
Mümkün
olduğu kadar uzun tutalım edepsiz bakışmaları
Sadece
ikimizin bildiği şehveti
Parmakların
arasında unutmuş olmalıyız
Akılda
kalan çıplak hatıraları çarmıha gerip
İlk
taşı birbirimizin günahlarına fırlatalım
Kuma
çizilmiş işaretlere basmadan yürüyelim
Kasıkların
arasına saklanan renkler kaplasın avucu
Rüzgâr
estikçe tek tek dışarı çıksın ağızda ne kalmışsa
Çavdar
ve anason kokusu, üzüm şırası, arpa rengi
Naneye
bulanmış nefes
Sevişmedikçe
bir türlü geçmeyen ölüm kaygısı
İçimizi
kaplayan boşluk
Tuhaf
yerlere emanet utanma duygusu
Denize
yaklaştıkça tuzu çoğalan kumsal
Korkudan
tir tir titreyen dalgalar
İskeleden
yükselen ıslak şarap kokuları. Rahat ol;
Birbirimize
dokunarak
sakinleştirebiliriz sözcükleri
Gel,
Kahramanlık
hikâyeleri anlatalım sabaha kadar
Saçların
devletinde perçemler vezir, zülüfler fedai
Konuşurken
deli telaşlı
Gülerken
çocuklardan aceleci
Tünediği
sandalyede serçelerden ürkek
Sevgilim beni unuttuğunu
kimseye söyleme lütfen
Ne olur terk edecek kadar
sevme bir daha beni
Unut
gitsin ağzın kenarına ilişmiş gamzeyi
Gel,
kendi yurdumuzu kuralım biz birbirimizin içine
GÖĞÜN KATLARI
Bir tek sevişirken hoşuma gidiyor
yer
çekimi kanunları
Alın bu malı mülkü, kim istiyorsa onun olsun
Benim aşktan başka ihtiyacım
kalmadı bu hayatta
Birbirimize küstüğümüzde
Sözcükleri avutacak oyunlar
oynayalım
Ağrımızı
kesecek ilaçları
Kimsenin
bulamayacağı sandıklara saklayalım
Yüzük
taşına, tırnak diplerine, dişin kovuğuna
Gözyaşı
şişesinde az biraz boşluk kalmış
Halının
altına süpürelim suların artıklarını
Şubatın
eksik günlerini biriktirelim albümde
Cumartesi
toplayıcısı sansın bizi meslek örgütleri
Bedeni insafsız ısıtan bu
yaz sıcağı
Birbirine sarılarak
uyuyanların düşmanı
Üstümüzdeki giysiler
gereksiz
Sağır kertenkelenin göbeği
su toplamış
Fark ettin mi, öpüşmenin en
güzel yerinde
Dilsiz köstebek sıvıştı
aramızdan
Şimdi mümkünse
Gel de sen öğret uslu
durmayı
Dünyanın dolgun kalçalarını
sımsıkı kavramış avuçlara
Bak,
Memelere çıkan yokuşta
Soluk soluğa kaldı yine
dudaklar
Çare yok
Kör yılan, edepsiz
patikalarda sürünerek ilerleyecek
Ülkenin girişine büyük
harflerle yazmışlar üstelik:
Caddelerde çıplak dolaşmak
yasak
İsyan almış başını gidiyor;
yollar kan revan
Az daha gecikse kolluk
güçleri
Şehzade orduları padişahı
katledip tahta çıkacak
Kıyamet kopacak elbet
kuytuluk ormanda
Şehirler nemli
Arka sokaklarda yedek
kuvvetler kaynıyor
İmparatorluk sınırları
içinde
Etnik kıyıma hazırlanıyor
süvariler
İstihbaratçılar gelip
dayanmış
Erken öten horozun kapısına
İhtimal görüp
görebileceğimiz son akşam bu olsa gerek
Sabaha sağ salim ulaşmak boş
hayâl
Az sonra çekip alırlar
altımızdan
Terin sırılsıklam ıslattığı
çiçek desenli çarşafları
Örtündüğümüz ahlakı bir
köşeye fırlatırlar
Sevgilim
Sen aldırma olan bitene;
gel, vaktimiz varken daha
Birbirimizin neresini
istiyorsak orasını sevelim
TAHLİYE MERDİVENİ
Pencerenin
önündeki menekşeyi
Birbirimizin
elini tutarak sulayalım
Süte
ekmek doğrayalım
Kedilerin
açlığa tahammülü yok
Sokaktaki
köpekleri unutmak ne mümkün, bırak
Kapı
önünde uyuklasın pörsümüş kilim artığı
Ayrılık
acısı çekenler avunur belki
İçli
bir Balkan şarkısı mırıldanalım
Benim
bet sesime dayanır mı el âlem, bilemem
Üzerine
şiirler yazdığımız kâğıtlardan
Çocuklara
uçak yaparız istersen
Gideceğimiz
kara parçalarını gösteren haritayı
Kim
bilir nereye saklamışlar? Gece boyunca
Yelkenleri
boşuna süslemedik
Şafak
sökerken sulara indireceğiz gemileri
Kalbi
delip geçen oklar çizeriz belki kumsala
Bizden
önce yaşamış sevgili adlarını
Kimsenin
uğramadığı mendireğin ayaklarına asarız
Kahrından ölen balıkları
Törenle gömeriz yosun tutmuş
taşların altına
Utanmayı bırak her fırsatta
sana sarılmamdan
Dokunup öpmemden sıkılma
bedeninin her yanını
Bırak şehrin hengamesinde
kaybolsun
Üstümüze bulaşan toz toprak
Sınır çizgisi mi olurmuş
sevişenler arasında
Çıkaralım üstümüzde gereksiz
ne varsa
Giysileri, kokuları,
renkleri
Adımızın önüne eklenmiş
yalan yanlış unvanları
Bize ait olmayan bakışları
söküp atalım yüzümüzden
Ortalık yerde birbirimize
çırılçıplak sarılmaktan başka
Hiçbir ilaç
iyileştiremeyecek ruhumuza işlemiş illeti
İlk
iş meydanlarda birbirimizin elini sıkıca tutmak
Biliyorsun,
sonrası kendiliğinden oluyor
KIŞ VAKİTLERİ
Sevgilim, gel bitir artık
Civar yöreleri kasıp kavuran
gün dönümü felaketlerini
Bak, üstümüze doğru geliyor
göç mevsimi
Küreklere sıkı asıl, hava
bozacak, mümkünse çekip al
Kıyıya pamuk ipliğiyle bağlı
aşkları fırtınanın öfkesinden
Hasat zamanı başakları
kurtar kindar yağmurun elinden
Sonbahar kalkıp gitmeye
hazırlanıyor şehirden
Sıkı tutunalım öyleyse
eylülün ortasındaki serinliğe
Elde kalan öpüşmelerin
tadını çıkaralım
Ayrık otlarının kuşattığı
yerlerde ısrarcı olmak gerek
İstersen ekim ayında, öğle
vakti, herhangi bir cumartesiye
Uyumak için yatak da
serebiliriz
Kasım geçip gitti nihayet;
buna da şükür
Aralık kapıdan uzun boylu
çarşamba giriyor
Sokaklardan çekelim eli
ayağı
Ocakta ıhlamur kaynarken
kısık sesler evde otururmuş
Derin çukurlara sığdıralım
gece ağrılarını
Cemaat bütün umudunu lodosa
bağlamış
Cuma namazında, selâdan
sonra, şadırvanın kıyısına ilişip
Yaralı ömrün çocukluk aşkı
gibi bakacağız birbirimize
Nüfus kâğıdı ağarmış, kimin
umurunda
Saçlar koyu şarkılar
dinliyor durmadan
Günün arasına sıkışmış uyku vakitlerinde
Çimenliklere yuvarlanıyor ergen kızlar
Edepsiz köşelere kaçıp saklanmış oğlan çocukları
Avlular kızgın, çatıda
burnundan soluyor bacalar
Bu kadar umutsuz olma
Bambaşka bir masala başlarız
her perşembe
Belki öğreniriz, şubatta
pazartesiler biraz eksik
Gündüzün boyu karanlıktan
kısa
Gelişinden belliydi zaten;
salı sallanıyor, ikindiler aksak
Gün ışığı haber vermeden
gömüldü dağlara
Buna hazırdık
Siyahlar giyinip ucuz matemler aradık pazarda
Günler, selde sürüklenen
ahşap parçaları
Zaman, kimse fark etmeden
ayrılıyor taşra kasabalarından
Oltanın ucuna bağlı eğreti ömrü geriye çekelim
Muhtar, kıyıdaki sağlam bir direğe bağlasın evleri
Kalbimize gönderilen mektupları kilitli sandıklardan çıkaralım
Herkes gözlerini başka
tarafa çevirmiş, bu iyi fırsat
Birbirimizin ayıp yerlerine
bakalım pişman olana kadar
Birbirimize sarılıp usulca uzanalım kışın bittiği
saatlere
Aklımıza gelirse, ateşler içinde utanmadan sevişelim
ZEYTİN
AĞACI
Ana
rahmine benzeyen sığınak buldum sende
Her
fırsatta dudaklarını öpmek istiyorum
Acıyor, denecek benim
için; dokunduğu yer acıyor
Acıyacak
elbet
Kanayan
yaradan başka ne ki ağzımın içi?
Olur olmaz zamanlarda
Arkasını dönüp gidiyor, diyecekler
Terk ediyor şehri; kollarını sığdıramıyor alfabeye
Haklılar;
kabul etmiyor yurduna beni bildiğim kelimeler
Sen
yokken neye yarayacak dünyanın sesleri?
Gökkuşağının
altından geçince çocuklar
Hangi
dilekleri gerçekleşecek?
Tırtıl,
kelebek olup uçmayacaksa günün sonunda
İpek
kozayı ne diye örüp duruyor bu kadar iştahla?
Ulaştığım
menzilde sen olmayacaksan niçin çıkayım yola?
Sevgilim,
ölümcül parmaklarınla
Yazgımı
işliyorsun göğsündeki gergefe
Sıkılmış
yumruğun içinde
Hiçbir
anahtarın açamadığı kilit
Gözlerinde
kimsenin bilmediği ürkütücü bakış
Dilinde
mevsimleri üşüten söz
Seninle ne vakit gizli saklı sevişmeye kalksak
Tanımadığımız adamlar yürüyor peşimizden
Ayak izlerimizi silelim
karın üstünden
Belki bu sefer kurtuluruz
avcının tuzağından
Eşkâlimiz sır değil kurdun
kuşun arasında
Tarlalarda kekik kokusu;
ovalarda hasat vakti
Aklım ermiyor
Hangi hakla hapsediyorlar kız
babalarını karanlığa
Ve ne diye öldürüyorlar annelerin
biricik oğullarını?
Mevsim döndü, yaprak düştü,
rüzgâr esti
Mülteciler gibi kendimde
saklandım bütün kış
Kimsenin olmadığı
kayalıklarda dolandım
Ihlamur ağaçlarının altında
uyudum
Sana giden patikaların
gölgesinde konakladım
Şarkılardan çok marş söyledim, zafere
dair
Senin aktığın çeşmelerden
içmek istedim suyu
Vakti geçmiş zeytin tanesi
kadar siyah ve acıyım şimdi
Bakarsın, sofrana gelirim
bir sabah ekmeğin yanında
Dudakların dokunur belki
kesik yerlerime
Sevgilim,
kaybettiğim tüm renkleri senin içinde buldum
Gün,
senin olduğun taraftan yükseldi
Etraf
sen varken aydınlık oldu bir tek
Gel, son bir kez daha kucağına
al beni
Senin
ayakların olmadan
Yürümem
mümkün değil kalan yolu
HUZUR SÖZLEŞMESİ
Sevgilim, hangi elimle
okşardım saçlarını; unuttum bunu
İzin versen,
derdimi elbette paylaşırdım kuşlarla
Kimsenin bu
kadar uzağa gitmesine gerek yoktu
Birlikte yaşlanacağız ey
güzel yalnızlık
Acemi çıraklar anlamayacak
halimizden
Savaş bitince kahramana
kavuşacak prenses
Kaf Dağı’nın ardına
hapsedilecek cadı kazanı
Uçmak için güvercine gök
lazım; kimse korkmasın
Kömür karası perçemler bu
sefer de yanmayacak
Mumdan kanatlar, akşamı
sabaha kavuşturacak
Şehrazat, şimşir tarak
saklıyor koynunda
Tüylerini efsanelerle
tarayacağız Zümrüdüanka‘nın
Su kenarlarında konaklarken
gürültü yapmayın
Her mağarada farklı masal
delikanlısı uyuyor
Sıra sizde, hikâyedeki canavar
çıktı işte karşınıza
Âdem’i, Havva’yı, dişlenmiş
elmayı kurtarın zindandan
Öğrenin; kan emmese de doyar
bebekler
Kurt, kuzuyu yemeden de
büyütür yavrusunu
Kartal, serçenin yuvasını
talan etmeyi insandan öğrenmiş
Ellerimiz, parmaklarımız,
tırnaklarımız
Kahramanların emaneti iç
gömlek, tılsımlı yüzük
Teni ikiye ayıracak bıçak,
günahı temizleyecek sokak
Cenazelerde
takılacak duvak, mutfakta saklanan lekeli önlük
Arkasından
hüzün geliyorsa insan daha hızlı yürüyor
Acı
koşturuyor, kırgınlık soluk soluğa, keder şahlanmış
Sevgilim, başımıza gelen felaketleri
Daha
açık nasıl anlatabilirdim evdeki oyuncaklara
Nasıl
dağıtabilirdim bunca sıkıntıyı ikimiz arasında
Toplayalım
olan biteni bir araya ve eşit paylaşalım
Kırgın
sözler gecelerin payına düşsün
Koltukta
uyuklayan mutluluk, kedilerin hakkı
Ucu
keskin kalemler imzalasın borç senetlerini
Kutsal
emanetlere yer buluruz nasıl olsa bavulda
Mahkeme kürsüleri, icra
daireleri, yeminli mali müşavirler Bak, senin tarafında duran eşyalar alev
püskürüyor
Günahları masaya bırakıp
elimi çekiyorum zarfın içinden
İlk iş, ruhumu
temizleyeceğim bir meydan çeşmesinde
Sevgilim, yanımda uyurken
Saçlarının ansızın uzadığını
fark ettim
Korkma
az sonra olacaklara, yükselen çığlıklara aldırma
Tuhaf
biri koşuyor işte yine arkamızdan
Sakın
dönüp bakma geriye, bekle olduğun uzaklarda
Sıkılırsan
adını rüzgâra yaz
FALAFEL
Elden gelirse birbirimizin
vicdanı olalım bu kavgada
Bütün gün dolaştım durdum
mezatta
Kebapçıların tümü çift bıçak
Kuzular ilk bakışta anlıyor
kasabın niyetini
Belediye başkanı
Nüfus idaresinde kahve
içecek öğle vakti
Büyük ihtimal
Akşama doğru yangın da çıkar
tapu dairesinde
Bahçedeki çiçekler
kavruluyor sıcaktan
Soğanlar sasımış, sarımsağın
püskülü saygısız
Toprağın mahremine yaymış
kendini
Yoruldum, uykusuzum, karnım
aç
Tarlaları yiyip nehirleri
içebilirim
Nasıl
olsa herkes temiz, giysiler ütülü
Birazdan
vahiy de iner eşrafa
İbadet sonrası
Kepenkleri birbirinin üstüne
kapatır tezgâhtarlar
Gel, vaktimiz varken
birbirimize yürek olalım
Çıfıt çarşısında oturup
boğma rakı içme zamanı
Akdeniz kanla imtihan edip
duruyor kendini
Kilise çanları şehrin
göğsünde çalmaya başlar yakında
Esnaf, havrada yakışıklı bir
ölüyü duvara çiviler
Ortalık darmadağın, suratlar
allak bullak
Kılıcın kestiği başı camiden
çıkarmak zor olacak
Oysa pazarda tüm balıkçılar
katıksız esmer
Zeytindağı'ndan tanrıya
giden yol kestirme
Herkesin tabağında kızarmış
top top köfte
Avluda kısmetini bekleyen
kedilerin tümü dişi
Çölün ortasına kuyu
açılmamış diye
Boğulacak su bulamayacak sandınız
bizi
Boş
verin bu sahtekâr dünyanın dertlerini
Gelin,
bu kızıl kıyamette
Birbirimizin
taşınacak cenazesi olalım hiç olmazsa
AYRILIŞ TÖRENİ
Bunların
hepsi geçip gidecek, bitecek elbet sıkıntılar
Ayrılık
sancısı, yalnızlıktan dem vuran sözler
Kahredip
duran rezil yoksulluk
Ömür
boyu sırtladığımız göç yolları
Yazık,
kulak verdiğimiz şarkılar
Efkârlı
makamdan söyleniyor artık
Dönüp
bakmaya korkuyoruz arkamıza
Bizim
hayatımızla oynanıyor meydandaki kumar
Ardından
çekip gidiyor herkes evine
Çeşmenin
akarı kendi tasını dolduruyor
Merhamet
çadırları kurmuşlar köşe başlarına
Bırak,
dağınık kalsın
Şehrin
ne kadar hikâyesi varsa parlak ışıklara dair
El
âlem bu kadar şehvetle isterken yanıp yakılmayı
Toprak
atmasın kimse ateşin üstüne
Bırak,
İstediği
yerden tutuşsun ahalinin etekleri
Sofradan
artanların akıbetini
Kursağına
düşkün çakallar düşünsün
Dert
etme, yırt gitsin haritanın sende kalan tarafını
Taşlara
saklanmış sihir uzakta
Gün
batımında
Kimse
beklemiyor pencere önünde bir diğerini
Unut,
yağlanmayı bekleyen kapı menteşelerini
Şifa
taşıdığı söylenen meczup ırmakları
Geceleri
arsızca titreşen gökyüzünü köylere eşit paylaştır
Adlarımızı
gömdüğümüz mezarları yık
Birbirimiz
için ettiğimiz yeminleri unut
Fırlat
at ortalığa, önceye ait ne varsa cebinde
Ne
kadar buğday kırıntısı, kaç mısır koçanı
Hasat
artığı ne kalmışsa torbanda
Tarla
farelerine dağıt ambara sığmayan hububatı
Kovulduğumuz
dilin seslerini öylece bırak olduğu yere
Kim
isterse o tanelesin koruk salkımlarını
Kimin
payına düşerse düşsün yakışıklı ağaçların gölgesi
Kim
isterse o toplasın bundan sonra ekşi narları
Gel,
daha vakit varken
Gönlümüzce
sevişip içli şiirler okuyalım birbirimize
Rüyamda
gördüm: Dağlara
Bizi
büyüten sulara dönüyoruz seninle ikimiz
ÇİSELTİ
Şehrin de dili var; kavganın
da, yenilginin de…
İnsanların arasına
karıştın ve gördün
İhanet salgını
kaplamış sokakları
Kuru soğuk,
aradığımız adresleri üşütüyor
Soylu harfler bulmamız gerek yenilgimizi anlatmak için
Madem
Kimsenin şikâyeti yok
yıldızları kışkırtan rüzgârdan
Madem herkes zifiri
karanlıkta da buluyor yönünü
Bırak, kim isterse o
tarasın katilin saçlarını
Aldırma ateşin hiddetine;
bırak, yanıp kül olsun mahalle
Kaynasın kurusun katran, küle
dönsün kömür
Sana mı kaldı ocağı söndürmek
Otur
yanıma, al eline kâğıt kalemi, vakit geldi
Annesi
olmayan çocuklar için
Küçük
sözler yazacağız deftere. İstersen
Babası
erken ölenler için bilmeceler sorarız haramilere
Sonunu
kimsenin tahmin edemediği
Akıl
oyunları oynarız kutsal taşlarla
Şaşırma gün doğumunda
karşına çıkan manzaraya
Yoksulların tanrısı mum
yakıp otları tutuşturmuş
Bırak, cesareti olan sorsun
hayatın hesabını
Şarkılar
uğruna yeni dil öğrenmeye başladım
Kına
yakılmış avucun derdini anlamak için renk oldum
Kadınlar gözlerine rastık çekti
kör kuytulukta
Kalabalıkta
Bir tutam söze daha
ihtiyacım vardı nefes almak için
Belki
tuhaf işaretlere, suskunluğu dile getirme uğruna
Yurdundan
kovulanlar için ayırdığım kelimeleri
Kimsenin
bulamayacağı yerlere saklamalıyım
Sen
de
Evinden
uzak olanların cebine
Sıcak
cümleler koymayı unutma
Pencereyi
ürkek açanlar için uyduruk alfabeler bul
Bırak yağsın kar
üryan bedenin üstüne
Göğün karşılama
töreni belki de bu
Aynayı yüzüne çevir ve bak;
anla artık
Şehrin de, kavganın da,
yenilginin de dili
Kendi dilimizden başkası
değil
HARABAT
Akşam oldu, panayır yerini boşaltın
Araya gurbeti
sokmadan bakalım birbirimize
Eksiksiz
dokunalım açlık çeken parçalarımıza
Eksiltebiliriz
belki payımıza düşen ağrıyı
Hesap hanesinden
düşebiliriz kırgınlığı
Mümkün değilmiş
kurtulmak boynumuza asılı yaftadan
Etimize basılı
damga kim olduğumuzu açık edecek
Gelin, iki şehir arasındaki yalnızlıkları son
kez yürüyelim
Bir nehre bakar gibi geçmedi ömür
Dağın altında kaldı kadeh
Taş ezdi parçaladı efsaneleri
İnsan eti çürümeye, söz kokmaya başladı
Kambur tepeleri acımadan kırbaçladı
coğrafyanın sahipleri
Dişlerimi çıkarıp öyle oturdum yanına
Tırnaklarımı söküp yumruğumu rüzgârda
imtihan ettim
Ara bul, üstümde seni yaralayacak ne
saklıyorsam
Jiletleri, zincirleri, piyango
biletlerini; bildiğim dilleri
Gazetelerden kesilmiş tehdit
kelimelerini
Rüzgârı yağmurla terbiye et, âşığı
hasretle uslandır
Senden sakladığım eğri büğrü denizleri
suyla doldur
Sırtımı yasladığım tepelerin kumlarını
süpür
Fareler korkup kaçsın çölün
deliklerinden
Senin uğruna harcamaya hazırım ben
Biriktirdiğim tüm harfleri ve rakamları
Yeryüzünün ilk ihanetini senden öğrendim
Ne kalmışsa kırık dökük aklımda, senin
sesin
Senin adınla başlıyor tanıdık yıkımlar
Bak; döl ve servet
terk etmeye başladı kafileyi
Peşimizi bırakmayacak mazlumun ahı
Renkler kirli, çarşı kimsesiz, hane
viran
Vakitli ölümün
kendisi ne büyük lütuf
Çocuklar çıktı nihayet
sokağa
Alın götürün ihtiyarları
buradan
İTİBAR KAYBI
Anneler, gereksiz yere öldürüyor
Konuşmayı geç öğrenen çocuklarını
Vergi
dairesi oyuncaklara el koyuyor
Her
bayram, Arafat‘ta, daha ilk gün
Babalık
hakları icradan satılık
Kemikler çatırdıyor,
yataklar kırılgan
Az daha titresek soğuklarda
Yolları kaplayan ateş ölüleri
ayaklandıracak
Eldeki fener bir tek kendine
aydınlık
Kokular çekilmiş ortalıktan
Kenarda köşede tek tük
pencere gölgesi
Sesler çaresiz
Şarkıların nakaratını tek
başına söylüyor ağaçlar
Terk edilmiş imparatorlukta
Bekaretini korumaya
çalışıyor sınır boyları
Ürküyorum bu kadar uzun
bekleyişten ve ansızın
Omzumdaki serçeyi göğün
derinliklerine salıyorum
Hiç tanımadığım biri, biraz
fazla esmer
Suratını katranla boyuyor
başka bir Kürdistan uğruna
Kediler, gözlerini gideceği
kadar uzağa çekiyor
Atların kemiklerini
sayıyoruz, her seferinde bir fazla çıkıyor
Doğduğum şehri bulamıyorum
haritalarda
Geç de olsa anlıyorum
öğretmenlerin kızmasının sebebini
Arkamdan gelen biri,
yazdığım her sözü siliyor
Yokmuşum gibi davranıyor
sınıftaki herkes
İsmim yazılmamış meğer
yoklama listesine
Bunu yeni öğrendim; yanık
köylerin kokusu
Koyu renkli kalemle çizilmiş
atlaslara
Derslerdeki asıl eksiğimi de
anlıyorum nihayet
En
yakın arkadaşım ayağımın altından çekiyor yeryüzünü
Nereye
kadar düşeceğim yazmıyor tarih kitaplarında
Kimse
bilmiyor uçurumun dibinden kim toplayacak
Sürgün
halklardan arta kalan parçaları
Telaşlı adımlarla yürüyorum
herkese benzemek hevesiyle
Elimden gelmiyor bir yama
daha dikmek yüreğin üstüne
Hiçbir dağa
sığdıramıyorum bildiğim bakışları
Gerçek bir kimlik
edinmeliyim çok geç olmadan
Kalabalıklarda
tanınmak için fosforlu gömlek
Göğüste altın
rozet ve omuzlarda apolet
Gecenin kıyısına
yeni bir yurt, ahalisi seyrek memleket
Bir kol, bir
bacak; uzuvları tahrik eden kelimeler
Manzarayı
örtecek kadar perdelik kumaş
Yağmur sıkı yağmaya başladı,
renklere dikkat
Süründüğümüz kireç akıp
gider, çizgiyi aşarız
Parlak ışıklar yanar, vitrin
aydınlanır
Herkes
kendi cehennemini yaratır
Ülkenin
ipotekli bir köşesinde
Dip odalara saklanan
çocuklara
Konuşmayı öğretmeye
çalışmayın boş yere
Biliyor olmalısınız:
Söylenen her söz vasiyet
Cepteki kumaş mendiller
yolculuk alameti
SON
YEMEK
Herkes kahramanların
mezarlarını merak ediyor
Vicdanımıza gömdük oysa biz
ahlak ölülerini
Efendiler açık sözlü olalım:
İçimizden geçen nehir,
başımızda bekleyen dağ
Kalbimize çizilen hudutla
hesaplaşıyoruz
İlkin, alfabedeki seslerle
Ceplerine bahar kokusu
sığdırmaya çalışan bu cahilin
Ne işi var soframızda?
Unutun bildiğiniz kuralları
Tencerede kaynayan hatıralar
kurşuna dizilecek ilkin
Ardından kadınlar, çocuklar
Kalkın sabaha tutunalım,
silahın çıplağına
Dut yaprağına sarın
tütsülenmiş etleri
Sırası gelen yaklaşsın
cepheye
Çay demlensin ocakta,
fırında pişsin börek
Dönebilirsek koparırız
ekmeğin ucundan
Elbette dişleriz zeytini
kırık yerlerinden
Kilitlemeyin kapıları,
pencereler aralık kalsın
Yatakları derli toplu tutun
Yolcu, uykusunda dindirir
sancısını
Ne diye korkuyorsunuz yaklaşan fırtınadan
Kimi kurtaracaksınız sanki bu felaketten
Hünerli hırsızdan neyinizi saklayabilirsiniz
Cellat gelip dayanmış adlarımızın önüne
Boynumuzu alacakmış, alsın
İnsaf için zaman yok
Cenk vakti, cinnet vakti,
cinayet vakti
Fırsat verin fincanların
kendini hayra yormasına
Kadeh ve şarap koyun asmanın
dibine, hakkıdır
Örtüleri serin, yastık
lavanta koksun
Testiyi dolu tutun, yanına
maşrapa
Zamanı geldi: Vicdanı terk
edin köşeye
İlerleyin ateşin yükseldiği
yere doğru
Bekletmeye gelmez kardeş
kavgası
Çözün halatları, indirin
gemileri kızaktan
Açın toplanmış yelkenleri
Hasret çekmek zordur gurbet
akşamlarında
Rüzgârınız kolay,
denizleriniz sakin, ufkunuz açık olsun
Çarıkları sıkı bağlayıp
kılıcı sağlam tutun
Yüklenelim göçü, yüreğin son
parçası eşikte kalsın
Taze gelinler kazanan
tarafın hanesine misafir
Üvey ablalar bir ömür temizlikten
sorumlu
Sütanneler her daim Ermeni
Boynu bükük kaynana ganimet
Sürgün güvercin vakitsiz
çalıyor kapıyı
Kursağında ürkek bir soru:
Size
kardeş diyebilir miyim?
Suratımıza topluca
çarpılıyor anlaşmanın maddeleri
Unutun Kadeş Savaşı’nın
sonuçlarını
Tarihe eklenen yaralı
bölümler var, coğrafyadan sınıfta kaldık
Dağlara bakmak yasak, kimse
inanmıyor hikâyenin sonuna
Bilen yok;
Dicle, fısıltıyla söylenen
ağıtlara izin verecek mi?
Fırat, iniltilere tahammül
eder belki bu sefer
Uysal yerinden darbe alıyor
inançlarımız, aldırma
İpliğe düğüm at, demiri
kaynat, camı yapıştır
Su ve ışıkla sür toprağı,
siperleri kumla doldur
Bırak, havariler ve
sahabeler tutuşsun ilkin cenge
Kirvelikten payımıza düşen
borcun lafı mı olur
Siverek’ten Halep’e yol
çıkmış falımızda
Kalıcı değiliz, soluklanmak
için durduk mezarlığınızda
İşte size annenizin miras
bıraktığı keskin sözcükler
Babalarınızdan aldığınız
yetim yürüme biçimleri
Çöllerin uygun bulduğu
kavruk ten renkleri
Kesik parmakların köfteye
kattığı şehvet; bak,
Masa dağınık; ekmek başka,
tuz başka tarafta
Her kavim, kendi dilencisine
sadaka veriyor
Ortaklık bitti; cenneti
ateşe verdik, abdest bozuldu
Kıblesini alıp evine gitti
herkes
Efendiler, toprağın sahibi
değişti
Mülk Allah’ın, kiracıyız bu
dünyada hepimiz
Kan akmadıkça anlaşılmıyor
Kimin dost, kimin düşman
olduğu
Şehirler, tanrılar ve yasa
kitapları yalan söylüyor
Kuşatma günlerinde komşunun
malı hak, karısı helâl
Anlamış olmalı çarşaf ve
nevresim takımı
Kucakta çıplak uyutulacak
ergenliğe adım atan çocuklar
Tarlalar; tohum ve çam ağacı
anlamış olmalı
Asmadan toplanan üzümleri
başkası yiyecek
Mutfakta pişen yemek, ucu
koparılmış ekmek
Elbet şişenin dibinde kalan
iksir başkasına kısmet
Toprağın sahibi değişti,
ardından suların tadı
Gergin bir merak içinde
bekliyor artık bütün mutfak
Kim bilir hangi baharat
kapatacak tarihin kekre acısını?
Kim bilir hangi mezara sığacak bunca ahlaksız
cenaze?
Mezarlığa giden kestirme
yol, içimizden hangisi?
BEDELLİ
ÖLÜM
Tanrım, nereye götürüyorsun bu ölüleri?
Bütün bu ayıpları nerede saklayacaksın?
Seninle yan yana gelmekten
Hiç bu kadar utanmamıştık
Usul!
Elimizden gelse uydurma
tarih yaratacağız
Doru atların ıslah edildiği
yaban illerinde
Sen, ben ve temiz kalmayı
başarmış kırbaç püskülü
İçimizde dayanması zor çöl
hikâyeleri büyütüyoruz
Yeryüzü acıyla uslandırıyor
insanı
Kırmızı kalemle çiziyorlar
adımızın üstünü
Kadastro dairesi tel örgü
çekiyor geçtiğimiz sınırlara
Rütbe almış zabit
Tekmeleyerek ıslah ediyor
coğrafyanın şarkılarını
Yaranın üstüne barutu dök ve
ateşle
Terk et sürekli
katledildiğin memleketi
Silkin kalk yerinden; hazır
ol hesaplaşmaya
Sevapları yazan meleği
fırlat at omzundan
Çıban patladı, ortalık
cerahat; irin ve safra
Herkesin elinde sivri demir,
çiftli kanca
Arastada et parçaları, can
çekişen çığlıklar
Tuzlayıp durma deriyi;
bırak, kim kusacaksa kussun
Gözünü bağladıkları mendille
sil akan kanı
Suyu ve otu al kurbanın
önünden. Çekinme
Bas ve yürü haritanın
üstünde hangi ceset duruyorsa
Kural bu: Ezel yok, ebet
olmayacak
Masumiyeti doğuracak rahmi
çoktan deşmiş parmaklar
Senin yokluğunda eksik
umutlar büyüttüm Usul!
Çok geç anladım: Kardeş
öldürmek için
Yardıma ihtiyaç duymuyor
insanoğlu
Toprak, içten içe başlatıyor
kendine yakışan her yangını
Yıkayıp durmayın artık ölüleri,
kokusu çıkıyor
Oturun su kıyısına,
çocuklara ekmek bulun
Kovayı sarkıtıp Yusuf’u
yukarı çekin
Herkes torbasındaki günahı
havaya savursun
Kadınlar kendilerinden de
saklasın olan biteni
Memelerin terli bölgelerinde
sahipsiz diş izleri
Kurudukça çatlayacak elbet
giysiye bulaşan döl artığı
Ortalıkta emekleyen babası
meçhul bebekler
Erkeklerin ceplerinde avuç
avuç sabır boncuğu
Sübyan çocuklar, sabır
taşına anlatacak başlarına geleni
Olan biteni unutun. Utancı
saklamaya yetecek
Karmaşık çizgiler çizelim
kumların üstüne
Kızların yüzüne zülüf,
oğlanların bıçağına çentik
Bırakın, arkamızdan kim
ağlayacaksa ağlasın
Geride kalan sözcükler
İstediği kadar özlesin çekip
giden sesleri
Bunu bilelim yeter:
Tanrım
Biz sürgün yollarında
kırılırken
Sen hangi sokaklarda
dolaşıyordun?
Muhacir Kelimeler Haritası
(hamse mesnevinin son
parçası)
Sedat
Şanver
İletişim
sedatsanver@gmail.com
Baskı
Öncesi Hazırlık
Yazı Kültürü
Baskı
Bassaray Matbaası
Sanat Caddesi, No: 1/5 Çamdibi İş Merkezi
Çamdibi/ İZMİR
0.232.457 71 48
Baskı Tarihi: 10.10.2016
Yazı
Kültürü
Yerel
Süreli Yayın
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sedat
Şanver ÖĞE
Yönetim Yeri: Atatürk Mahallesi, 927 sokak
No. 4/ 1
Bornova/ İZMİR
0.507.801 22 37
issn: 2146-5290-17