cümle kapıları için
İSKELET
ANAHTARI
Sedat Şanver
yazı kültürü
Her daim hocam
Raif Özben‘e
Tanrım,
bütün bu gördüklerine nasıl tahammül ettin?
MUHARREM
Medet
ya zaman; medet, bunca hızlı akıp geçme
İnkâr, kızıl haber olup
kapıya dayanmış
Başımız dik, kanlı aksimiz
çalkalanıyor kör kuyularda
Yüzde biriken çizgiler
Dayanamayıp taşlığa
fırlatıyor tahammülü
Neyi kaybettik, kimse
bilmiyor
Omuzda çaresiz bekleyiş
yumağı
Sureti koruyan camlar delik
deşik
Toprağın derinlerinde
çatlayan yılan derisi
Yağmurun altında çöl rengi
giyinmiş serçe
Söz,
Rüzgârı önüne katmış
kovalıyor; ardında kesik başlar
Ahali,
Işığı görüp tereddütsüz
secde ediyor kılıç önünde
Medet, mürvet, edep
Balık, suyun içinde suya
hasret
Semaha duruyor kıble, mahrem
döneniyor
Aşka gelip soyunuyor kalbi
kırık rahle
Ufukta, kardeş ocağında
semirmiş eziyet
Dayanamayıp sıyrılıyor
kınından yatağan
Üstüne
düşen kabahati işliyor kavruk hançer
Güneşin çeliği parlıyor
tende, omuzdan ayrılıyor boyun
Merhamet, korkuyla koşmaya
başlıyor uzağa
Şehirde edilen yemin
kandırıyor evin sahibini
Peygamberlerin hayalarını
tekmeliyor müşrikler
Ey kalbin kilidini açacak anahtar, ey gül yüze
çöken hüzün
Al sök içimize yerleşen fitneyi; gel bitir
ayrılığı, yokluğu unut
Duran kalp çarpsın, akan kan kesilsin
Aç bağlanmış dilin düğümünü
Gel ey güzellerin güzeli, bitir artık bizi
sınadığın imtihanı
Ortalıkta dolaşan başıboş sözcüklerin ellerinden tutup
Bahçemize
sürükleyelim elde kalan soylu anlamları
Söyleyin, bilelim;
İbrahim’in atıldığı ateşe
Su taşıyan karıncanın
bacağını kim kırdı?
Yürünecek yolları talan eden
fırtınanın sahibi kim?
Söyleyin, hayatta kalan son
kiracı
Neden bu gece bu kadar
telaşlı?
Oyuklarda hırsızlığı meslek edinmiş saksağan
yavruları
Etrafta kirli ayaklar altında
ezilmiş bir çift üzüm tanesi
Cemaatin ağzı sımsıkı
kapalı, kapılarda mühür
Yerde yatan tevekkülü
görmezden geliyor sahipsiz ayet
Susuyor hüseyni makamında
söylenen kelam
Hayat usulca çekiliyor
damardan, başlıyor bin yıllık gece
Yırtık gırtlaktan boğuk ses
fışkırıyor kefenin üstüne:
Medet
ya insan; medet, bunca şehvetle kırıp dökme
ZİKİR
Nefes
nefese, nefes nefese, nefes nefese
Dağın
üstünde bulut, bulutun üstünde gök
Göğün
üstünde yıldız dönüyor, hû!
Tezgâhta
biçilecek esvap; esvabın cebinde ten
Tenin
altında ruh; ruhun saklısında katre, hû!
Makas
kesip atıyor kumaşın fazla parçasını
Yüksüğün
içine hapsolmuş terzi dönüyor
Pamuk
kozası iplik olup iğneye saplanıyor
Zapt
edemiyor kendini, olduğu yere düşüyor rakkas
Elinden
tut ve ayağa kaldır serkeş semazeni
Karıncanın
sırtındaki buğday dönüyor; hû!
Hû
ya hazret! Yetim kudüm, tavlı deri, yanık kasnak hû!
Kör
çivili topaç; yekpare değirmen taşı
Hikâyeler
anlatarak ilerleyen boşboğaz nehir
Gittiği
her şehre yangını da peşi sıra götüren rüzgâr
Dolapta
herkesten saklanan sarhoş kadeh
Dudağın
kuraklığını gideren kekre şarap
Çemberi
kasıp kavuran alev dönüyor lambanın fanusunda
Pervane
ışıkta, ışık ateşte, ateş hurufatta dönüyor
Ölüm
firari, şüphe tanıdık, pişmanlık kadim
Asil
cesaret durmadan dönüyor çömlek çarkında
Çerçinin
umursamadan çiğnediği bir tutam çamur yığını
Kırılacak
testi oluyor suyun uğruna. Münkir kum, inat edip
Pişkin
tencere, kulpsuz maşrapa, tohumluk saksı oluyor
Ciğeri
terk edip meçhûl bir yola gidiyor neye üflenen ses
Dölü
taşıyacak esinti, sabahı okşayacak bakış
Göğse
atılan yumruk, yanağı delip geçen şiş
Göze
batan parmak şifa oluyor yaraya
Narin
kemik kaynıyor kırık yerinden.
Gece yataktan kalkıp
Günle
beraber ışımaya başlıyor.
Sen
de çıkar
koy artık
Meziyetin neyse ortaya;
dönsün etrafındaki esrik âlem
Kim açsa o dişlesin ekmeği,
rızamız var
Kim susamışsa o içsin mahrem
şerbeti, kabulümüz. Etleri
O dağıtsın gurebaya. Sübyan
çırak, çakallara saçsın artıkları
Cemaat, kanla dolu kurnada
yıkasın bedenini. İsteyen
Baştan sona talan etsin bu
küffar sokağı. Tutma, bırak
Kervanın ardına bağlayıp
sürüklesinler bu sefil cemiyeti
Binalara saklanmış olamaz
sahibimiz. Kendine çevir yüzünü
Tevekkülle otur dairenin
içine, avucundaki başağı tanele
Tohumu ayır sapından, gülün
ardında secdeye dur
Düş yakasından nefsin. Elinden tutup durma şehvetin
Terbiye
et hevesi; edep haznesine hapset gevşek dili
Ey
itaat! Ey eksik aşka bedenini teslim eden acemi seyyah
Kapının
eşiğine yığılıp körüğe âşık olan cahil demirci
Ateşi
bırakıp dumanla; güneşi bırakıp gölgeyle
İçindeki
mecnunu görmeyip el âlemle meşk eden maşuk
Köprünün
her iki ucunda da oynaşan mağribi kitabe
Gideceği
menzili unutup işittiği ilk söze kapılan meczup
Şefaat
dileyen, hidayete eren, gayrullaha yakışan eziyet
Duvarlarını
yıkıp zincirlerini çürüttüğümüz bu sefil kelam
Dalgaları
boyumuzu aşan umman, ağzı köpüren akrep
Küreğe
biat eden sandal, yelkeni diktiğimiz ipek mendil
Tek
hüneri hır çıkarmak olan kıskanç lisan
Bırak
hafızların sesini boğan hengâmeyi bir tarafa: Hû!
Senin
özlemin; hırpalayan, paramparça eden
Tiftikleyip
serçelere atan bu aciz yüreği
Bir
yokuşun başında; tek başına, bir başına
Nefes
nefese… Dönüyor başım. Hû!
MEFTUN
Ey telaşla şehre ulaşmaya
çalışan şımarık rüzgâr
Sabaha güvenip meydana saçıp
durma serinliği
Bak, dalgalar iskelenin
altına toplamış çalı çırpıyı. Anla,
Fırtınanın ortasındayız.
Herkes, gemisinin kaptanı
İdareli kullan, israf etme
payına düşen korkuyu
Bırak kırılsın testi,
cahilin sofrasında doldurma kâseni
Tanrım sen bizi suyun
azabıyla imtihan etme
Her yanı kırgınlık olan bu
coğrafyada
Ömrün sonsuza kadar uzasa ne
yaparsın?
Ne olur bu yangının
gölgesinde bin yıl daha yaşasan?
Aşklar çıkarılsa içinden, ne
kalır ömürden geriye?
Ne işe yarayacak göreceğin
sonraki ihanet?
Avucundaki alevi serinleten
yağmurun kıymetini bil
Tanrım sen bizi ateşin
afatından uzak tut
Uymamız gereken kurallar
muskalara saklanmış
Bilmekte
geciktik peygamberlerin üstünlük sırasını
Hangi
melek, diğerinden daha gerekli yeryüzü için
Oturduğu yerden senin kâbeni
taşlayan münafık da kim?
Menzili kendisi olan
dervişsin sen, utanma ayıplarından
Uçurumun kıyısında oynaşmak
yakışıyor bu bedene.
Bırak, İsteyen istediği dilde yeniden yazsın sivri kalemiyle
Bırak, İsteyen istediği dilde yeniden yazsın sivri kalemiyle
Uydurma bir tarihi bin
yıllık duvarlara
Tanrım sen bizi insanın
belasından koru
GANİMET
Adımın
içindeki harfleri ezbere biliyorum
Aynadakinin
kim olduğunu öğrenmeye geldi sıra
İbadeti
terk ettim, ateşle ıslah ediyorum ruhumu
Güle
bakarak arınıyorum şehvetin kirinden
Unutuşla
temizleyeceğim elbet bu pasaklı bedeni
Ahlaksız
bir inkâr dolanıyor damarlarımda
İnat
ediyorum; biliyorum, boyun eğmeyecek gönül
Sonunda
şeytan da kovacak beni küfrün evinden
Çıplak ayaklarla
koşturuyorum kayalıklarda
Uzakta şamandıranın
ucuna takılı kalmış ağ artıkları
Balıklar, büyük bir
iştahla yüzüyor sepete doğru
Benim derdim ten
kafesini yırtıp atmak
Yenildiğim için durmadan
bağırıyorum boşluğa
Ezik çığlık olup düşüyorum
ardından ıssızlığın üstüne
Av bitti; tekneler
dönüşte, gün erken çöküyor şehre
Herkesin torbasında
yakalayabildiği kadar kuşku kırıntısı
Kumların arasında
çürüyor sülünes parçaları; olta şaşkın
Denizin kısmetini
bilmeden götürüyor gittiği her iskeleye
Tezgâhta telaş, mezatta
karmaşa, arastada koşturma
Yolundan
çevirmeye kalkma suyu ve rüzgârı
Bırak
istediği yere yürüsün kıblesi uçurum olan ahali
Hiç
olduğumu biliyorum, kurtuldum yüklerimden
Şimdi daha rahat dolaşıyorum
artık kendi sokaklarımda
İŞRÂK
Apartmandaki herkes
elindekileri eşiğe bırakıp
Kendi doğusundakine
küfretmeye başlıyor cuma günleri
Karşı
meyhanede tek başına oturuyor yine aynı serkeş
Tabağın altına saklamış
ekmeği ve tuzu
Yeterince büyüdün, istersen
sen de gel iliş masaya
Ellerini kadehin ince
tarafına yapıştır
Gırtlağını temizle, okulda
öğretilen kelimelerle konuş
Hepimizin en parlak meziyeti
bu: Her katliama haklı sebep
Her zalime afili isim
uydurmak… Âlimlerin
Coğrafyanın uzak kenarından
öğrendiği
Soylu tek yeteneği bu… Ayağa
kalk
Melekleri dünyadan kovarak
başla işe
Çatıdan aşağı fırlat bir an
önce evliyaları
Durma; tekmele, önüne çıkan
peygamberleri
Gerdeğe girecek hünsa bir
tanrı bulmalıyız sana
Fırla, dışarı çık ve sulara
doğru yürü. Bak bakalım
Tarihi ikiye bölen nehirler
yerinde duruyor mu hâlâ?
Anla artık, tanıdığın her
insanda tekrar tekrar yanıldın. Bak
Cumartesi günleri tövbe
etmenin kapanış saatini geciktirdiler
Elde süpürge, ışıkların
sönmesini bekliyor müştemilat
Balodaki gevendeler evlerine
dönmeye başlar birazdan
Müezzin, mevlit bitiminde
akide şekeri dağıtır cemaate
Hacı İsmail’in son isteği
öğle namazına müteakip gömülmek
Mirasçılar, malı mülkü
yağmalamaya sabahtan başlamış
Avludaki herkes çöplükte
bulduğu ne varsa koynuna tıkıştırıp
Kendi batısındakine ibadet
etmeye başlıyor pazar günleri
ZAHİRÎ
Tanrım,
nereye kazıdın suretini; göster, nerede yazıyor adın?
Hangi
gülün yaprağı, hangi dağın altı
Kurumuş
hangi kuyunun dibinde saklı güzelliğin?
Söyle,
çaldığım kapılar neden kilitli?
Görmem
gerek, içeride kim saklanıyor benden
Bekçiler
boşa umutlanmasın; işin aslını öğrenmeden
Ayrılmaya
niyetim yok akıbet eşiğinden
Kabulümdür
taşın her şekli, her denizin köpüğü
Varlığın
her rengi; yeter ki bileyim,
Hangi
kavmin alfabesiyle yazılmış sözler bunlar
Öğrenip
onların dilinde anlatayım başıma gelenleri
Gözümü
karartan perdeyi kaldır
Kudretle
imtihan etme zavallı kulunu
Duyduğum yalanlara
inanma gücü ver
Şüpheyi alma elimden; bırak,
çıkıp gideyim bu tenden
Öğrenmem
gerek, kavgalar neden bizim avluya dökülmüş?
Sokakta
oynanan oyunlarda neden hep ben yeniliyorum?
Anladım, çıkarmak mümkün değil hafızadan koyu renkleri
Çeşme
bulup yıkasak da geçmeyecek elimizin karası
Üstümüze
bulaşan dünya izlerini silmek mümkün değil
Ayağımıza takılmış zincir,
boynumuza bağlanmış urgan
Sırtımıza yol yapmış kırbaç
terk etmeyecek hanemizi
Sevgili, anla; kırgın göğe
sürgünüz
İyileşirim diye iştahla bu
yüzden yalıyorum yaralarımı
Sesimin
çıktığı her vakit aynı soruyu soruyorum:
Tanrım, bütün bu gördüklerine nasıl tahammül
ediyorsun?
VİRANE
Ben
bu yangından sadece kelimeleri kurtarabildim
Hayatımın kırık yerlerini
çamurla yapıştırdım birbirine
Çürümüş
hatıralara el koyduklarında seviniyorum
Kurtuluyorum,
hastalıklı bir parçamdan daha
Usta
hırsız, gümüş şamdanı kendi evinden çalıyor
Mahalle
bekçisi, saatin çarkını sahtesiyle değiştiriyor
Meydandaki
çeşmeden su içmeye çabalıyor güvercinler
Sokak
başlarında satılan afyon
Korkak
adamların ciğerlerinde dalgalanıyor
Ayaklar
yorgun, bilekler sancılı, tırnaklar sökük
Koltuklar
oturup duruyor ıssız bir köşede
Ana
rahminde öldürmeye başlıyor kardeşler birbirini
Korkak
kırlangıç yumurtayı ısıtmaktan vazgeçiyor
Varlığı
bütün ömür saran karanlığı
Koyu
günahla birlikte defnediyoruz geceye
Kâğıtta
yazılanları tersinden okumaya başlıyoruz
Tütün
kokusu sarıyor etrafı; ortalık karışıyor
Katran
ve duman, kavga ve kıyamet
Utanma
duygusunu unutmuş mahşeri kalabalık
Yaşamak
ucuz; suç hanesinde kasıtlı cinnet
Korkuyoruz
meçhûlden, bizi çağıran gaip seslerden
Çekin artık bacaklarınızı
sefil rahatlığın içinden
Karıp yeniden dağıtın
kartları. Payıma ne düşmüşse
Söküp almaya kararlıyım
elinizden. Bundan emin olun
Bu
yangında herkesten önce kendimi atacağım ateşe
BEZİRGÂN
Sonunda ölüme çare bulduk, tek eksiğimiz aşk
Yaşamın bin türlü hâli olduğu söylenir. Bilen yok
Bin birinci hâl neden sebepsiz dolaşıyor ortalıkta
Neden bir kucaktan diğerine yuvarlanıyor mahrem
beden?
Varlığa şirk koşanlar şişeye hapsedilmiş surete
âşık
Çocuklar şahit oldukları mucizeyi
Titreyerek tarif etmeye çalışıyor birbirine
Ardından kervan
El ve ayaklarımızı da alıp gidiyor heybenin
dibinden
Tüccar, hayâli kafileye emanet ediyor çalıntı
mücevheri
Tenimin rengini yitiriyorum, ardından
gülüşlerimi
Geride kalanlar korkarak sormaya başlıyor
birbirine:
Hangi
nehrin suyunda yıkayacağız çamaşırları?
Atların
kirpikleri yola neden böyle uzun uzun bakıyor?
Karıncalara
bizi gösterip
Neden durmadan
gülüyor Yecüc ile Mecüc?
Toprağın altı kaygılı... Böyle giderse
Gözlerimizi koyacak yer kalmayacak
fotoğraflarda
Yatacak döşeği olmayanları ağırlıyoruz
sırtımızda
Sofrada tek başına oturuyor nasipsiz
misafir
Bütün serveti alıp götürüyor başımıza gelen
felaket
Unutmayın, ekmeğin ve tuzun hakkı var
üstümüzde
Ölüme çare bulduğumuz yalanmış. Adlarımızı
Ateşe ve buza yazarak avutuyoruz kendimizi
HELÂK
Bağırarak konuşmasın cemaat
Vitrinde duran suret
rahatsız oluyor
Gel, birlikte söyleyelim
bildiğimiz şarkıları
Sahipsiz köpekler gibi
dolanalım kapı önlerinde
Dilin altında unutmuş
olmasak jileti
Çizerek iyileştirmek de mümkün
olacak yaraları
İstersen, cevabı olmayan
sorular soralım birbirimize
Herkesin şaşıracağı sırrı,
ilk biz fısıldayalım kıblemize
Vakitsiz secde edelim ateşin
sığmadığı kubbenin içine
Kasıklarımızın arasında
ahlaksız ilişki kurma biçimleri
Gazaba uğramış bir kavmin
adıyla başlasın dualarımız
Ahali evini temizleyecek
kırkikindi yağmurlarında
Islak karanlıkta, akan suda,
yurtsuz nehirlerde
Kadınlar hayra yormayacak
Eteğin altına saklanan
parmakları
Yıkanmayı aklından bile
geçirmeyecek duvarlar. Bırakın
Geçkin erkekler kırgın
çığlıklarla koştursun iç avluda
Gördükleri her boşluktan
içeri girecek elbet oğlan çocukları
Patlaması mümkün bütün
mermileri toprağa gömün
Belki yararı olur, baltayı
çıkarın sandıktan
Kan görmekten korkanlar
gözünü kapatsın. Birazdan
Büyük bir şehvetle
suratlarımıza saldıracağız
Vitrinde kimin putu
duruyorsa ilkin onu parçalayacağız
Bırakın, isteyen istediği
gibi konuşsun; rahatsız olan yok
Kendinden başkasını dinleyen
kalmadı nasılsa aramızda
MUTRİP
Hanenizde çalgı çengi; siz çalın,
âlem oynasın
Sır,
çalıların arasına gizlenmiş çıplak teni okşuyor
Yapraklar kalabalık, görmek
ne mümkün ağacın köklerini
Kollar açık, sarılacak beden
bulan şanslı
Çaresiz hâlimize ne kadar da
yabancı kadim dostlar
Temkinli ol, mahremden uzak
tut tüccar çıraklarını
Alışma
esrarın karanlıkta ciğerine çektiği çileye. Bak
Şeytan,
sorularla kirletiyor ruhumuzun üstünü başını
Kemiklerini ağrıtan sözleri
toprağa emanet edip
Anlamaya çalış fırtınanın
derdini
Bu kadar yüksekten düşeceğim
elbette gelmezdi akla
Üzerime doğrultulmuş
namludan korkmuyorum
Öğrendim;
Aşk da hayat da zorlamaya
gelmiyor
Gördüm;
Bu kavgada tanrının tarafsız
kaldığı yalan
Biliyorum;
Çocukların gözleri devletin
bekasından daha önemli
Daha
önemli elbet insanların ömrü imparatorluk tarihinden
Kimse sessiz sedasız ölmeye
tahammül edemiyor
Herkesin aklında binbir
türlü kahraman olma hayâli
Gün bitiyor, bitsin; yara tahminimizden derin
Bakın, cümbüş başladı yine bildiği tek şarkıyla
ibadete
Aşikâr olan şu:
hanendeler ezelden keyfe müptela
TENHA
Sevgili,
elinden tutmuş çekiştiriyor ayyaşı. Atlıkarınca
Panayır
yerinden gökyüzüne giden yolda dörtnala ilerliyor
Yerleştiğim
her kovukta farklı yalnızlık buldum kendime
Yükseklerde
dağ, uçurumlarda yosun tutan taraf oldum
Kıyı
kahvelerinde kumsalı kaplayan sahipsiz bakış
Teknenin
baş kısmında yardım çığlıkları atan paslı ırgat
Baktım ve ölümün hırkasının altında ne olduğunu
gördüm
Aşkı çıplak tenime giydim, sırrımı ilkin yollara
söyledim
Çaresiz, kekeme dille tarif ettim içimdeki
eksikleri
Vardığım
her şehirde kendime uygun korku buldum ben
Hapishane
köşelerine iliştirilmiş kübik kule
Camii
avlusunda yaldızlı revak
Kuşatma
zamanları tunçtan kale kapısı
Meydana
bağdaş kurup oturmuş çınar ağacı
Körfezde
belden aşağısı tutmayan martı sesi
Esnaf
lokantalarında ekmeği bol köfte
Bıraksalar, terk edilmiş
yamaçlara yeni yurt kuracağım
Rüzgârın üşüttüğü nehirlerde
yıkarım belki de ağzımı
Olur olmaz bir ateş başında
ellerimi ısıtırım. Şimdilik
Şiddetli harflerle tarif
ediyorum derdimi. Biliyorum
Sözlerimin
üstüne yama dikmezsem bedenim açıkta kalacak
Sen
beni tamamlamazsan hep yarım kalacağım
Sonbaharın soğuk günlerinde
durmadan üşüyeceğim
Dönme
dolaptaki sarhoş hayâl görüyor aslında
Herkes bir başına,
sevgilinin elini tutan kimse yok
MEZİYET
Geride kalanlar endişeyle
anlamaya çalışıyor olan biteni
Kahvaltıda akışkan nezaket
sürmüşler ekmeğe
Suratta uydurma gülüşler,
hüzünlü dudak kıvrımları
Senetlerin altında afili
imzalar; ritmik telefon numaraları
Çok katlı adresler; dolapta
dört çeker etek-ceket takımı
Geleceğe ait küçük kâğıtlara
yazılmış notlar
Sonraki yüz yıla
gönderilecek mektuplar
Cennette yapılacaklar
listesi
Evin salonuna asılacak
çerçeveli tablo
Hafta sonu gidilecek lokanta
Şirket gezisinde yüz ağartan
gömlek yakası
Sonraki sevişmeye hazırlanan
dantelli iç çamaşır
Aybaşlarında kanamamız fazla
oluyor nedense
Araba
duruyor ansızın
Fermuarını
kapatıyor tamirhaneler. Unuttunuz mu?
Rulet masasında kafamıza
sıkmıştık son mermiyi
Pokerde kaybedeli çok oldu
onurlu yürüyüşleri
Mağazalar arasında koşturuyor
kredisi yüksek vatandaşlar
Nefesini tüketip dönüyor
herkes parlak giysilerin içine
Müşteriler bedeninden bir
parçayı sonraki taksit için ayırıyor
Şanslı olup karşıya geçenler
akıl sır erdiremiyor gördüklerine
Biliyorum
sevgilim, sen de yorulacaksın bir zaman sonra
Sana
duyduğum bu aşktan, başka yeteneğim kalmadı
Her
geçen gün daha çok korkuyorum ben kendimden
ARINMA
Şehrin ışıklarında rengi değişiyor çok katlı
evlerin
Zührevi hastalıkları eşit paylaşıyor kırmızı
sokaklar
Dokunmamız yasak cennet meyvelerine
Belki de bu yüzden bütün köylüler
Durup durup protesto ediyor katedralleri
Cemaat, parmaklarının arasına sivri muşta takmış
Cepte çelik boğma teli, zulada sustalı bıçak
Saatli bomba, akıllı füze, altın rezervi
Sermaye memnun değil ahirette kendisine ayrılan
masadan
Yeri,
göğü ve suları; gecenin uysal, günün telaşlı yanını
İnsanın kirinden ne
temizleyebilir, bilmiyorum
Anlıyorum,
bu iş böyle olmayacak
Efendi
çocukları sevmiyor hayat
Küfür
ile başlıyorum konuşmaya
Son
paramı fahişelere harcıyorum
İnançlarımı
kumarda kaybediyorum
Toplamaktan
vaz geçtim tarladaki ürünü
Umurumda
değil, tefeci alıp götürsün hasatı
Elimdeki
çuvalı fırlatıp çıkıyorum terbiye edilmiş bahçeden
Tövbe kapısını sımsıkı kapatın arkamdan
Yumruğumun üstünü paslı tenekeyle çiziyorum art
arda
Avcılar, kanın kokusundan yakalayabilir beni bir
tek
İyice bakın gözlerime, karşınızda duran bu küfrü
Mutlaka duymuş olmanız gerek bir yerlerden
Kimseye sevgili oldum mu, emin değilim
Tanrı olamadım bu yaşa kadar; bunu biliyorum bir
tek
KAZAZ
Tanrım, hayatın kendisi ne
büyük eziyet
Biteceğini bildiği bir yola
nasıl başlar insan
Sonunda bekleyeni
olmayacaksa
Kavuşacak sevgili yoksa
şarkılar susunca
Gırtlaktan çıkan bunca ses
ne işe yarayacak
Vardığım yerde senin
durduğunu söyle
Korkarsam ellerimi
tutacağını
Üşürsem sarılıp ısıtacağını
bileyim
Sonrasını seninle devam
etmeyeceksem
Boşa gidecek yürüdüğüm bunca
mesafe
Kıblemden şüphe duymama izin
ver
Kapından
girmeden sorgulama inançlarımı
Yaşayarak ödedim elbet günahlarımın kefaretini
Hakkettim başıma gelen bütün belaları. Çıkıp
Gidiyorum bu ölü
bedenden, üniformamı başkasına verin
Gülün muhasebesini tutan kalem böyle yazsın deftere:
Borcum yok kimseye; ipeği eğirdim, esvabı diktim
Perişanlığa tahammül
etmeyi öğrendim
Alacağım var sana gelirken karşılaştığım herkesten
Ezberlediğim
yalanlar yetmiyor artık aşkı anlatmaya
Yoruldum, bıraktım meçhûlü
kurcalamayı
Bıktım eksik taraflarımı şikâyet edip durmaktan
Sokakta benden daha yakışıklı suç dolaşmıyor
Tanrım, hayatın kendisi elbette büyük eziyet
Biteceğini bildiği her yola başlıyor yine de insan
KETUM
Bir
kadının simsiyah saçları kadar uzun uzadıya
Susmayı
becerebilen kimse var mı aranızda?
Diyelim ki gün ışır ışımaz
Hepinizden daha esmer
görünüyor tenim. Belki de
Doğuştan engelliyim ipliğe
düğüm atmakta. İhtimal
İğne deliğinden göğü
görmekte bu yüzden zorlanıyorum
Çok geç fark ettim
kelimelerin jiletten keskin ağzını
Ve gırtlakta patlayan
seslerin
Alfabede olmadığını
okullarda öğrendim
Doğuştan ölmem gerektiğini
bayrak uğruna
Ben küçükken, babam baba
iken
Anneler her kapı
gıcırtısında kara haber beklerken
Beşikler postalla devrilip
tıngır mıngır
Her baskında develer tellal,
pireler berber
Sizin dedeleriniz dâhil
herkes iş başındayken
Tarihte kahraman olma
piyangosunu
Hep üniformalı memurlar
kazanırken... Duyduk,
Çatırdama sesleri geliyor
toprağın derinlerinden
Kimlik kontrolü başlayınca
işin aslı anlaşılıyor
Bir tek sert yerlerinden
kırabiliyor
Coğrafyanın dağları ve
nehirleri… Her tarih,
Eninde sonunda kendi
çöplüğüne dökülüyor
İnsanlar ne kadar büyürse
büyüsün
Akıllarında çocukluktan
kalma aynı soru:
Efendiler,
Aranızda
ilk aşkı ilk ihaneti olan var mı?
TEBDİL-İ MEKÂN
Yokluğun
karşısında el pençe duruyor haddini bilmezin biri
Ardından
dayanamayıp sonuna dek açılıyor hiçlik kapısı
Kokusundan tanıyabiliyoruz
artık birbirimizi
Serinliğe
oturup cehennemin terini siliyoruz
Kimseye
göstermeden eksik yanlarımızı
Anne dilinde ağlayabiliyoruz bir tek
Mümkün olsa da gebe kalsak
geçmişte bir güne
Gürbüz çocuklar doğar elbet
tarihin sert döşeğinde
Acı sütle emzirmeye başlarız
yoksul ağızları
Memelerin ucunda bekleyen
acemi tat; su ve nebat
Merhamet esirgenmez
coğrafyanın kurak dudaklarından
Ölülerden korkmayı bir
tarafa bırakalım
Defterden usulca siliniyor
yeryüzünün çıplak sureti
Hiç olmazsa son defa
söyleyin, bilelim
Tek başına nasıl yürür insan
zamanın üstünde?
Rüzgâr, farkına varmaz mı
denizin yorulduğunun?
Vakit
gelip dayanır kapıya. Kumla tazelenir abdest
Yaşlı çamaşırlar külle
çitilenir. Anlarız
Eskidikçe dünyaya bakmakla yetinmez
gözler
Yeniden yaratmak ister
gördüklerini. Şimdi
Bir
köşede saçlarımızı taramaktan başka ne gelir elimizden
Usul,
Önünde
bunca zaman beklediğim kapı her daim açıkmış
Uzatılan
eli tutmakta cahil olan benmişim
meğer
ELÇİ
Ben cenneti her daim kendi
içimde buldum
Ruhumu
yakacağım cehennem bulun bana
Kimsesiz
mihrap, yeşil minber, yekpare mermer
Lime
lime olmuş cemaat, nefesi eksik evliyalar
Her
taraf alev ve ateş; kesin emirler fokurduyor kazanda
Zebaniler
anlaşmayı bozmuş. Sayfayı çevir; bak, ıslahevi
Yangınları
kalıba döken uçsuz bucaksız bir haddehane
Kapat
kitabı: Günah eritme potaları, haram üfleyen körükler
Soğuk
hava deposuna istiflenmiş ayak kokuları
Şoklayın
tırnakları, sevap defteri bildiklerini söylesin
Manzara
açık: kesik parmaklar taşıyor buz tutmuş şelaleden
Sakallarım
durmadan murdar uzuyor
İnsanları
tanımanın yan etkisi olsa gerek
Çocukken
işlediğim suçları üst üste asıyorlar bıyıklarıma
Uykumda
sayıklayarak af diliyorum meleklerden
Vaktin
gelmesini beklemekten başka işim kalmadı ömürde
Herkes
emin adımlarla istikbale doğru yürüyor, yürüsün
Türbeleri
tavaftan yoruldum, bıktım taşlara yüz sürmekten
Tapınaklara
sırtımı dönüp sana doğru koşmaya başlıyorum
Biliyorum
Mümkün
değil emekleyerek ulaşmak sahibimin yanına
Kendimden eminim; başka yere
gitmeyeceğim, buralıyım
Sevgilim,
sen de gel giysilerini çıkar, çırılçıplak otur karşıma
Tanrı bir tek senin yüzünde durmadan görünüyor bana
CAN-I
CANAN
Çamurdan yarattığımız bu
bedene ruh üfleyecek olan kim?
Senin kokun elbette,
yeryüzünü insanlara sevdiren
Elbette senin sözün
Bu sahtekâr âlemi
değiştirecek tek cesur çığlık
Çantamda üçkâğıtçı rehber,
cebimde sahte kimlik
Elimden gelse oracığa
gömeceğim soysuz yalan torbası
Güvercinlerin sırasıyla
boğulduğu Yusuf kuyusu
Zeytuni, taklacı, hünkâri;
şebap ile ispir bağdadi
Topuğa batmaya hazır deve
dikeni
Dağ başları, tekinsiz kurt
ulumaları
Birbirine sürtününce alev
alan dalların kuru parçaları
Yılan ıslığı, yarasa kanadı,
minare gölgesi. Anlıyoruz
Aradığımız tanrı değil,
tanrıya giden yol
Alfabedeki ıslak harfleri
Sırasıyla yapıştırıyoruz
bahçenin çitlerine
Gizli bir dilde anlaşmaya
çalışıyor başak taneleri
Başka çaremiz yok; mevsim
kıtlık kıran
Koklayarak tanıyacağız
birbirimizi bu zindanda
Elbette ilkin senin sesin
duyulacak sabahın serinliğinde
Bu haşarı dünyayı ıslah
etmeye uğraşan
Senin adın kaplayacak
insanların sığmadığı boşlukları
Korkmayacağız geceleri
mezarlıkta dolaşmaktan
Sana gelen ıssızlıkta
yürümekten çekinmeyeceğiz
Aklımızda kalan balçıktan
bir hayat hikâyesi
Çaresiz, içimize üflüyoruz
son nefesi
EMANET
Çocukluktan kalma bir heves giysilerimi parçalıyor
Kim bilir, sabaha nasıl ulaşacağım bu soğuklarda
Sevgilim,
seninle paylaştığım zaman
Ömrün
tek mükâfatı bana. Uyurken
Üşüyen
hâllerin geliyor aklıma; sırtının çıplaklığı
Öpüldükçe
şımaran, şımardıkça büyüyen meme uçları
Kendini
kelimelerle koruyan dudakların... Sevişirken
Dünyaya
meydan okuyan çığlığın... Korkma,
Ben
elbette yürürüm sonuna kadar
Ucunda
senin durduğun hasreti
Kollarım senden başka kime sarılabilir ki zaten
Tenimi kaskatı kesen düşkırımlarında. Bırak,
Kim nasıl isterse öyle
yaşasın kalan günleri
Umurumda değil yüzlerdeki
uyduruk şefkat
Elbet, pazarda satılan
merhamet kırıntıları
Üstümüze yapışmış sefil
ahlak kuralları
Çamaşırların altına saklanan
meziyetler. Yurdumuz yok
Yangında bizim ateşimizle
yandı mahçup mabetler
Biliyorum, edepli durdukça
Avucumuza yeni bir felaket
daha sıkıştıracaklar. Bak,
Yenilgiyi tarif eden sözler
ağzın kıyısında çürüyor
Koltuğumuzun
altında ipek atlaslara sarılmış zahmetli sır
Terledikçe
kasıkların arasından göğe fışkıran hararetli su
Ensemizde
ölü hücreleri yakışıklı kılan baharat kokusu
Büyüdüm,
sıcağa da soğuğa da alıştım
İlk
iş, kimlik kartımı yırtıp attım şehrin çöplüğüne
Üşenmedim,
ıssız rüzgârlara astım iç gömleğimi
HAMUŞAN
Katilini affeden bu hoyrat
da kim?
Bu ölüler neden hiç
konuşmuyor?
Sokağın her köşesi buz
tutmuş
Bir araya toplayın dünyanın
bütün günahlarını
İstatistiklerde, milliyetine
göre ayrılacak yetimler
Öksüz ve mağluplara ayrı
yatak hazırlayın koğuşta
Ruhumuzu avutacak bahaneler
bulalım
Çekip gitmeliyiz bu dağınık
şehirden
Talan edilmiş hayâllerden
kurtulmamız gerek
Bak, gök çığlık atıyor
yüzümüzü görür görmez
Mendillere ateş ediyor gözü
kara adamlar
Kuş cıvıltıları havalanıyor
arka cebimden
Çaresiz bir hâlde bakıyorum
senin olduğun tarafa
Ellerine, alnındaki
çizgilere, dudak kıvrımlarına
Gerçek adımı arıyorum
anlatılan hikâyede
Avucumda ürkek ve yaşlı bir
efsane
Sana doğru fırlatıyorum
terli sözcükleri
Yaşamak istediğim yerlerin
girişine
Korktuğum insanların
adlarını yazıyorum
Tanrı ve devlet, tanrı ve
devlet; tanrı, devlet ve aşk
Sevgilim, sıkıldım ortalıkta
dolaşan bunca yalan dolandan
Kendime doğru koşmaya
başladım
Bu coğrafyada sığabileceğim
tek ülkeye
Yangını başlatanlar
yıkıntıların dibine çömelip
Benimle birlikte ağlamasın
bir daha
RÜTBE
Hava soğuk, yiyecek yok,
mühimmat tükendi
Muskaların içine koyup
ısıtın asker künyelerini
İnanması imkânsız haberler
kaplamış meydanı
Kan donduran rozet
iliştirmişler kaputun yakasına
Sevgilim, senin yanına
uzanmak isterdim ben
Yaz sıcağında, öğle
vakitleri, azgın ten rengiyle
Yeryüzünü çıldırtan bir
gülüşü vardır bebeklerin
Haydi, gülelim; sevinsin tüm
ağız, dişler ışısın
Epeyidir bekletip durduk
okunması gereken duaları
Binelim cenaze arabasına;
tabuttaki ne kadar tanıdık biri
Yüzü nasıl da benziyor
gençliğimize
Kursakta sıkışmış mermi
çekirdeği, hayra yoralım
İlkbaharda
Tutuşmuş mektup ucu gibi
kokmak isterdim ben
Bir kadının koynunda, taze
fesleğenlerle birlikte
Bir dostun yanında uyuyabilirim
kaygılardan arınıp
Bir ağacın altında
bekleyebilirim kavuşma vaktini
Serçe havalanır, tavşan
kurtarır kürkünü tuzaktan
Hiç olmazsa bu sefer böyle
bitmeli anlatılan masal
Ansızın yanık nüfus kâğıdı
olup ölüyor acemi ordular
Vurulup alnının tam
ortasından, şark cephesinde
İSTİHKÂM
Geçit
törenlerinde parçalanan bedenleri avutacak
Sokak
oyunlarını bilen var mı aranızda?
Herkes
ortaya çıkarsın cebinde sakladığı oyuncağı
Azıcık
da sahte gözyaşı, plastik utanç
Biraz
merhamet dağda kıvrılıp yatan keklik için
Yaşamayı
kesintiye uğratan uygun adım marşlar
Evin
balkonunda kendi boyuna yetişmiş çiçek
Saksı
içinde büyütülmüş şarkı nakaratları
Bir
ninni, kelebekler rahat uyusun diye uydurulmuş
Unutmayın
sakın, kemikli etler şarapla terbiye edilecek
Defne
kokusu eklemeyi unutmayın manzaraya
Dikkatli
olun, buradan sonrası başkasının vatanı
Mesai
saatlerinde yasak bölge
Marşlar
ve vurulmuş bayraklar içtimada
Muharebeden
kurtulanlar yaralarına merhem sürüyor
Savaştığı
sipere gömüyorlar şehit düşmüş ayıpları
Bir
anne sevgiyle bakıyor vurulmuş oğluna
Gelin,
kalbimizde yatan kötürümleri ayağa kaldırıp
Böyle
bakalım biz de, asfaltta sürüklenen cesetlere
Hatırladım
nihayet küçükken oynadığımız oyunları
Devlet
Tek
atışta yere seriyordu halkların yoksul çocuklarını
NAKİL
Tarihin
vakitsiz bitişinde coğrafyanın elbette suçu vardır
Zaferler
üzerine söylenmiş şarkıları çıkartsak dilin içinden
Kış,
oldukça sert geçecek dağlarda sevişenler için
Cebimizde kayıp evlat
hikâyeleri, zarfı açılmamış mektuplar
Bir de babalarla birlikte
sulara gömülen şehirler
Güle
oynaya gittiğimiz savaştan torba içinde dönüyoruz
Arkamızda
kendimizden başka kanıt bırakmadık
Çocukların
kesik bacakları anlatılır masallarda
Eksik
parmaklar, titrek kollar, ipte morarmış boyun
Tek
başına uzayan kahraman tırnaklar
Ölülerin kolunda sepet,
beden salınarak yürür arastada
Türbe duvarında yanan mumu
bir an önce söndürün
Yanlızlığına dönsün
meleklerin cinsiyeti
Dikkatli olun, tanrıların da
anlam veremediği
Tuhaf yazılar asmışlar
evliyaların başucuna
Kâhinler
fazla meraklı; sır, kendini son yenilgisine saklıyor
İçimde ne varsa dünyaya
dair, alıp götürüyor bu telaş
Yanık sözlerle tarif
ediyorum ağzımdaki tuz tadını
Kurtuluyorum kemiklerimi
parçalayan hastalıktan
Mahallenin talan edilmiş
tarafı örtüyor kadınların yüzünü
Sevişmeye dair ahlak
yasalarını siliyorum elimdeki kitaptan
Kala kala kırgın hatıralar
kalıyor koynumda
Bir de, gençlik yıllarında uyuyan geçmişe taralı
saçlar
Tarih biter,
coğrafya yenilir, suç elbette uygun marş bulur
Karanlığın içinde
siyahı aramak düşer payımıza
KARIŞIK
RÜYA
Bir
aşk borcum vardı kendime doğarken
Elimi
çok sık sürdüm bu yüzden tüylü yerlerime
Bulun
getirin eğri hançeri her neredeyse
Etimize
sapladığınız çivileri çıkarın
Kırın
ve alın şişedeki mesajı
Okuyun,
ne yazıyorsa içinde
Hazırız
hakkımızda verilmiş fermana
Yorulduk gurbet şarkılarını
sık söylemekten
Coğrafyanın
her köşesinde istenmeyen misafir olmak
Ürkütüyor
bildiğimiz duaları
Ağıtımızı
yakacak nefesler tükenmiş
Tanrıyı
kandırma derdine düşmüş münafıklar
Bizi
ıslah edecek yeni söz bulması gerek usta kalpazanın
Mezara kadar sabredin,
dönüşte bir eksiğiz nasıl olsa
Senetlerin altındaki imza
bana ait değil. Ellerim dâhil
Alacaklı olan herkes
utanmadan yalan söylüyor mahkemede
Bir
kadın, çıplak omzuna acımasız erkek kafası yapıştırıyor
Ordunun
kurmay heyeti kumarda son defa kaybediyor vatanı
Korkuyorum elbet bedenimi
kaplayan çıbanlardan. Nedense
Yarayı kemiren kurtlar
gözlerini çevirmiyor başka tarafa
Bu kadar korkak olma, çıkar
kılıfında paslanan bıçağı
Kes at kökünden akrebin
kalbine saplanmış iğnesini
Elini de çek artık tıraş
edilmiş yerlerinden
Ödeşmiş olmalısın hayatla.
Şahadet ederim ki
Aşk dâhil, bütün borçlarını
ödedin kendine fazlasıyla
SADIK RÜYA
Ahali sana mecnun diye sesleniyor, sen aşksın oysa
Yıkık duvarlara, kuru
ağaçlara; söze ve gırtlağa
Tutuşmaya hazır çalılara
yasladım sırtımı
Yerlerinde durmazlar diye
sokak adlarını ezberledim
Gurbetteki komşum yurdundan
kovulmuş şarkılar oldu
Farkını ödeyip inancımı
değiştirdim kalabalıktan biriyle
Uyansak anlamaya çalışacağız
elbet olan biteni
Yüzümüz yara bere,
bileklerimizde derin çizikler
Kabadayıların yumruğu cesur
ve sert
Rüyaları hayra yoracak
müneccimler kayıp
Kadınlar,
memelerinden uzak tutuyor şahsiyetli acıları
Erkekler,
değişik bir dil daha biliyor para kazanırken
Çocuklar,
tuhaf renge boyuyor yepyeni oyuncakları
Bebekler,
farklı dine inanıyor hava soğuksa
Köpekler, kediler,
güvercinler; zırh kuşanmış ordu komutanı
Yalancı bir masal kahramanı
olup birlikte yürüyorlar savaşa
Yaşadığımız hayatın yüklü
faturasını uzatıyor veznedar
Gözünü kapatıp ölü numarası
yapıyor başucumuzdaki saat
Çekip alıyorlar yine
üstümüzden edep yerlerini örten örtüleri
Öpüştüğümüz yatakların
rengini unutmak ne büyük şans
Çıplak bir meydandayız;
cemaat, deliklerden içeri sızıyor
Alacak verecek bahsini
kapatın, ödeştik hepinizle
Utandığımız ayıpların
sebebini
Bir daha sormaya kalkmasın
kimse ellerimize
Mahalleli adımızı yanlış
söylüyormuş, aldırma
Doğrusunun ne olduğunu bilen
yok nasıl olsa
KOLONYAL CİNAYET
Silahın tamburasını hızla
kurdu piyadelerin başkomutanı
Vaktidir, düşen tetiğin tık
sesi de duyulur birazdan
Balık sepetindeki çürümüş
kokuları yiyor kediler
Kaptan siyah tayfalara
temizletiyor teknedeki günahı
Mahzende gezgin zamanlardan
kalma sözlük ve kement
Saraylarda kök boya, şato
yakınlarında çerçeveli renk
Mağara dibinde saklanan
yeniyetme peygamberler
Ağaç kovuklarına istiflenmiş
diş tıkırtıları
Büyük ihtimal, titrek alevler de söner yakın
tarihte
Buradan başlıyoruz: Eşit
olmaktan. İlk işimiz bu
Pagan taş parçası bütün
duvarı ayakta tutuyor
Biz, inanan tarafız. Münkir
olan kuşkucu rüzgâr
Aramızda kalsın: İnancı
zayıflamış çiftçiler
Tek başlarına da mutlu
olabilirlerdi bozkırda
Hayra alamet değil şehrin bu
kadar kalabalık olması
Konuşmalardan vergi almaya
kalkmasaydı eşyanın ruhu
Tanrıyı binalara hapsetmek
aklına gelmeyecekti sermayenin
İmparator, terk etmeyecekti en
yaşlı sömürgesini
Tetik düştü, mermi
ilerliyor; obüsler de ateşlenir az sonra
Ceylanların çığlığını
duymaya başlarız üç vakte
Dikkatli olun; avcı, farklı renk üniforma giymiş bu sefer
Her patlamada altını ıslatan
misyonerleri kenara çekin
Kraliçe ibadete başlayacak
birazdan sanayi tezgâhında
RASATHANE
Herkesin derdinin büyük
olduğu dünyada
Adreslerimiz kayıp, sermaye zayıf,
cepte üç kuruş
Adımız silinmiş yıldız
haritalarından
Çantada kuru ekmek; tahin,
pekmez
Elimizde tehlikeli tarafları
gösteren pusula
Kayığın rüzgârdan gayrı
yoldaşı kalmamış
Suda yürümeye kalkan
peygamberlerde itikat zayıf
Açtım gözümü ve vaat edilmiş
âlemi gördüm
Işık ve karanlık birbirine
geçmiş
Isınacak yuva arıyor hayır
ve şer
Bir ipucu olsa anlayacağız;
kim zalim, kim mazlum
Sımsıkı kapadım yüzümde
taşıdığım yetim ifadeleri
Bildiğim dilleri çalı
çırpıyla örttüm
Sözcükler üşümesin, yaprak
serpiştirdim seslerin üstüne
Bahçede gördüğüm ne varsa
unuttum, soğudum kendimden
Çare
yok, göğün payına düşen bu kadar
Kuşların
kursağında ne kalmışsa onunla beslenecek bulutlar
Dikkat
edin, gezegenlerin adı da değişecek günün sonunda
Hayatı yenmek mümkün değil, bunu anlamak gerek
Su akacak; gün bitip gece başlayacak
Çocuklar doğarken yaşlılar uyuyacak
Kural bu: Olduğu yerde eskiyecek hatıralar ve
gökyüzü
İnat etmeyi bırak, ölüm mutlaka kazanacak
Gelin
birbirimize yükselen burcumuzu söyleyelim
Belki
bir işe yarar kalbimizin falına bakmak için
SÖZ
MENDİLİ
Bütün bu kırgınlıklardan
sonra
Sığınacağım bir yurdum
olmalıydı
Yürürken çekilmiş fotoğraflarıma bakıyorum
Kıyıda köşede ağrıyı
yedeğine almış koltuk değneği
Uçuruma hayranlık duyan
çakıl taşı
Etrafa saçılmış susam
kırıntısı
Ruhu pazarda ucuza satılmış
yarım yamalak ses
Kim bilir hangi gurbet kabul
edecek bizi içine
Desem ki:
Ateş olup yak, rüzgâr olup
uzağa götür
Yağmur
olup toprağa bırak bedenini
Sonsuza
gönderdiğin zarfa pul yapıştırmayı unutma
Kurtul
artık kendini hapsettiğin bu zindandan
Yık
ruhunu korumak için ördüğün duvarları
Sakladığın
yerden ortaya çıkar
Tüm evreni baştan çıkaracak
delilikleri
Bunca
zaman sana yoldaşlık eden güvercinleri doyur
Çiçeğin
suyunu ver, dökülen kanın bedelini öde
Kimsesizliğe gidiyoruz, herkesten uzağa
Biliyorum sevgilim; yol
uzun, gece karanlık
Mahalleli, ipini çözüp
ortalığa salmış azgın korkuları
Vitrindeki mankenlerle
sevişmek için sıraya girmiş ahali
Farkındayım, sana varmama
daha çok vakit var
SERENCAM
Kadınlar sevdi seni, sen de
kadınları sevdin
Mutlu oldun, acı çektin;
üzdün ve üzüldün
Zor da olsa kabul et artık:
Yenildin
Bunu çok geç anladın,
kalabalık oldun kimileyin
Eksildin hiç ummadığın
zamanlarda
Seçimlerde tuhaf renkli
partilere oy verdin
Çalgıcılar
Notaya dökülmüş sözleri
beyninden içeri üfledi
Tanıdık esnaf tek tek
eksildi sokak aralarından
Dükkânlar veresiye
ışıklarını erkenden söndürdü
Cemaat en çok yenilgiyi yakıştırdı sana
Kulakta kiracı işitme
cihazı, gözlerde fanus
Ayrılık mektuplarını
iğnelediler göğe
Terziler fark etmedi; dikiş
yerlerinden kanadı bulutlar
İşin içinde olmasak biz de
inanmazdık: Bacakların arası,
Saten örtülerin üstünde uzun
müddet çırılçıplak savruldu
Saçlar ağardı, yüzün
kenarları sarkık, dişlerde çürük çarık
Seslerin günden güne
kalınlaştığı da aşikâr
Sevgili izin verse, eller
son kez doyasıya sevecek memeleri
Ardından uzak duracak zamana
emanet bedenden
Mahallenin kapısını kapatıp
terk edecek şehri
Daha çok rüzgâra benziyor
şimdi geride kalan ömür
Kadınlar da, çocuklar da,
sen de…
UFUK
ÇİZGİSİ
Ahali bunu böylece bilsin:
Yenilmedik
Yenilmiş gibi bakıyoruz
sadece dünyaya
İşine gelen herkes
karşımızda durup yüzümüze gülüyor
Kazanan katta oturuyor her
daim komşular
Her şey acele: ayrılıklar,
uğurlamalar, veda sözcükleri
Matem ve ağıtlar
Bilen yok, hangi dağın
taşıyla örülmüş bu keder
Yumurtadan çıkan serçe
meraklı:
Bizden önce ne olup bitti bu
işveli dünyada?
Kimseye söylemeden gitsem
ırmakların öte yanına
Pasaportumda geçersiz
renkler olacak
Ölümden bu kadar korkmasam
Tehlikeli sokaklarda daha
rahat dolaşacağım
Göğsümde
Yetim gömlek gibi suyu
sızdıran sancı
Karşımda
Yediğim her yumrukta zafer
çığlıkları atan bir halk
İçimde, işlenmemiş suç gibi
saklıyorum seni
Yalnızlığı da bu yüzden seviyorum işte
Kendinden başkasına zararı olmuyor insanın
Mahalledeki herkes biliyor
nasıl olsa; Usul, sen de bil
Bu sefer de kaybeden taraf
ben oldum. Bak
Nasıl da kahraman adımlarla
çekip gidiyor sevgili
İRFAN
Ateşin gittiği âlemi merak
eden gölgeler çekilmiş mutfaktan
Aşçılar, is tutmuş kazanın
dibini avuçlarındaki külle ovuyor
Sırtımı dönüp yürümeye
başladığımda anlayan kalmadı
Boş meydanlarda ne
yaptığımı. Bilen yok
Konuşanı olmayan dillerde
neden ağladığımı; elbet
Çıplak taşların soğuğuyla
yüzümü neden yıkadığımı
Her yenilginin ardından
Issızlığa saklandığımı da
kimseye söylemedim
Yol uzadıkça daha çok
süslüyorum aklımdaki hayâlleri
Kömüre dönmüş kuş
kanatlarıyla aşıyorum dağları
Ürküyorum yoldaki
işaretlerden, kendimde konaklıyorum
Oysa dikkatli baksalar
İnsanlara inanan bir mermi
bulacaklar şakağımda
Herkesin cebinde taşıdığı
bıçak, benim etime saplı
Kuşkuyla kesecekler itaat
kapısında önümü
Paramparça bir hayat işte
elimde kalan
Çağıran senin sesin,
bildiren senin sözlerin
Gözümü kamaştıran senin
ışığın
Bu davet senden başkasından
değil
Cehennemin her yanı üstüme
tapulu bir tek
Doğuştan kara kuru adamdım,
işim yoktu sofranızda
Dünyanın tek doğrusu olsam
da
Biliyorum, masalın sonunu
merak eden kalmadı içinizde
İNŞA
Çekip gidin bu viran
binadan, duvarların kendine hayrı yok
Ağrıtmıyor
artık ruhumu hiçbir şey ve
Kedilerin
kalbime basarak akşam yemeğine yürümesi
Rahat
olun, akvaryumda arıza yok
Balıklar
nefes almaya başlar birazdan
Mutfaktan sızan vanilya
kokuları
Eksik tarihin insana verdiği
en güzel armağan
Hane halkı, ilk bakışta
babalara zimmetli
Dolabın altında oğullara
ilişkin ağır kuşkular
Annelerin dilinde her
rüzgârda aynı kaygı
Arada durmayın, savaşacağız;
kalanla yetinmeyi öğrenin
İsterseniz, kesici aletler
de katılabilir kavgaya. Nasılsa
Mezarlıklarda arabulucu
olarak kullanacağız duaları
Unutmayın; hatıralar,
çiçeklerin olduğu vazoya konacak
Arkamı
dönüp kurtuluyorum çektirdiğim fotoğraflardan
Mümkün
mü bu, emin değilim; istemesem de kalıyorum
Eziyetin
bu bölümünde. Sonunda öğreniyorum
Ölüler, arsızca büyütüyor kavruk çocukları
Gülün dallarına asmaya
başlıyorum dertlerimi
Evin girişine kederli
işaretler çiziyorum sebepsiz yere
Siz
de çıkıp gidin artık bu eğreti bahçeden
Nereye
isterseniz oraya kurun kutsal devletinizi
BEYAN
Şehirler, anneler ve
sözcükler geç öğreniyor işin aslını
Gömlekleri
ütülemek gerek, iş görüşmesi başlayacak
Toplantıda
peçetelere sileceğiz elbette uysal bakışları
Suçu kabullendik; kavgaya
hazırız, korkumuz yok
Payımıza
düşen neyse öderiz, kaygılanmayın
Karşımıza kim çıkarsa onunla
dövüşeceğiz
Dilsizlerin
söylediği şarkılarda anlaşalım ilkin
Mekân
kapanmadan namuslu gülüşlerle helalleşelim
En yakın komşumuz kadrolu
tek düşmanımız
Sıralayıp dağıtalım
kartları, şanslı olan kazansın
Belli ki kumar, kaybedeni
kalbimize gömeceğiz
Tarihte sığınacak köşe
kalmadı, saat erken
Çiçeklerin tane fiyatını
öğrenelim; belki işe yarar
İki beyaz karanfil, birkaç
kırmızı gül; mezatta servi çamı
Uyuyanları yıkayıp uğurlamak
yetiyor teneşir tahtasına
Tasarruf ettiğim acıları erkenden harcadım
Kendimi korumak için sakladığım sabır tükendi
Taştan topraktan zırh diktim üstüme
Göğsüme fazladan açılmış iliği geç de olsa
düğmeledim
Uzaktan bakıp durdum rezilliklerime
Suçu
ben işledim elbet, ben yürüdüm kapınıza kadar
Merak
eden varsa bilsin:
Gölgesi
yeryüzüne vuran katil, benden başkası değil
KURAK RENKLER
Koyu renkli kadınları
seviyorum, anneme benziyor hepsi
Annem kadar esmer, annem
kadar kederli bu topraklar
Devleti yok hiçbirinin;
hepsi kendi yurdunda yabancı
Hepsi gurbette doğuruyor
çocuklarını
Hepsinin halkı bu
mahallelerde yas tutuyor
Elbette bu ülkede
öldürülüyor hepsinin kocası
Yanık renkli kadınları
seviyorum
Annemi hatırlatıyorlar bana.
Annem
Akşamdan ıslatmayı
unuttuğumuz nohutlar kadar sert
Fazla pişmiş ekmekler kadar
kumral; bunu biliyorum
Bütün bir yüzyılın yetim
zamanlarını
Oğul olarak yanı başında
yaşadım onun
Kelimeler, annem kadar
sabırlı
Ağır adımlarla çıkıyor
merdivenleri ah ile vah
Bakışlar, belki de bu yüzden
kahverenginin en ağır abisi
Kavruk renkli kadınları
seviyorum
Gülümseyen edeple bakıyor
hepsi hayata
Sesleri, dolapta bekleyen
tencerelerden insaflı
Tekmil bereketi kullanarak
çağırıyorlar komşuları sofraya
Soylu acıların ayrılmaz
parçası oluyor kısık ateşte patates
Bebeklerin ellerindeki
muhacir çalgılar
Bir tek çıplak tende çalıp
söyleyebiliyor bildiği şarkıları
Kara renkli bu eziyeti
seviyorum. Sorgusuz sualsiz
Temize çekiyor içimde
arsızca büyüyen sefaleti
YEDİEMİN
Çocuklar,
Annelerinize dikkat edin
Onlar, tanrının yeryüzüne
ilk armağanı
Şaşırmayın hemencecik olan
bitene
Uzun kış gecelerinde gizli
bir el
Ayaklarını sonsuza uzatmış
evlatlara meyve soyar
Birbirine dolanmış
bağcıkları
Kapı aralıklarında ütüler
dişi kediler
Vakti kalmışsa seccadelerin
baktığı tarafın
Dönüş yollarına asfalt döker
duanın sonunda
Tespihler, usulca fısıldar
dertlerini boşluğa
Tırnaklardan beyne ilerleyen
sinirleri köreltin
Sabah tıkırtılarının
kahvaltıdan daha önemli işi var mutfakta
Tenhada kimsenin bilmediği
dilde anlaşır
Çaydanlık takımı ile ince
belli bardaklar
Vakit ezanları bebek sesiyle
fırlayıp çıkar yataktan
Her kadın, tarihin kuytuluk
bir köşesine çekilip
En kahraman, en mazlum, en
uysal ulus olacakken
Tutup oğul imparatorluğu
kurarlar evin her yerine
Siz şımarık şehzadeler,
oflayıp puflayarak girdiğiniz mezarda
Arkanızı toplayan anne varsa
geçer not alırsınız meleklerden
Çocuklar,
Tanrılara özen gösterin
Onlar, annelerin hepimize
son emaneti
MENZİL
Evladı gelecek diye
Cenneti boşuna silip
süpürüyor telaşlı bir anne
Geç kalmadık, anlaşmamız
gerek
Kavga vakti, eller tetiğe
rehin; sıkın patlatın cerahati
Kokuşmuş
balçıkla sıvayın çopur suratlarınızı
Fedailer,
yaralarını deşip kanatsın ortalıkta
Her
nasılsa ihanet bütün koşuların tek birincisi
Işığa
pervane olanlar pahalı
zevklerle değiştiriyor hayatını
İçli
şarkılar söylüyor mutrip son model araba koltuğunda
Dindar halkın elinden kıl
payı kurtulmuş
Lanetli kavmin peygamberine
benziyor yüzüm
Gülün
kapısı sıkı sıkıya kilitlenmiş ardımdan
Gezindiğimiz
bahçeler ergen katillere emanet
Çul çaput giyinmiş komisyoncular
ateşi harlıyor
Aynı renk bere takmış günah
ile sevap
Ayırt edilmiyor şimdi ile
sonra arasına sıkışmış alametler
Kim
bilebilir zaten kutsal emirler arasındaki önceliği
Ruhumun
bir türlü sığmadığı bu coğrafya
Bir
uçtan bir uca benim olsa neye yarar
Tanrım, geçip gitti içimdeki heves
Terk ediyorum bana uygun gördüğün isimleri
Kalan yolu sahipsiz yürüyeceğim
Annem biraz daha bekleyecek; beklesin
Dağınık kalsın süsleyip durduğunuz yeryüzü
cehennemi
Umarım; kendim dâhil herkes affeder bir gün
beni
MİLAT
Telaşlı, ürkek ve acemiyim
Bir an önce annemi doğurmam
gerek
Toprak aceleci, çekip
gidiyor bulutların altından
Tohum, vakti gelmeden
çıkıyor gurbete
Sıkı sıkıya sarıyorum
bedenimi kundağa
Derinin üstünde düşmeyi
unutmuş göbek bağı
Ağızda oynaşan süt dişleri,
tencerede hedik kaynıyor
Beşikten yuvarlanan ilk
kelime ayakları yerden kesecek
Önlük cebinde koca bir ömür
bekliyor bizi
Emekleyerek öğrenilecek
elbet
Her nerede saklanıyorsa
kucak dolusu şefkat
Yeryüzüne fasulye
taneleriyle yazılacak
Babaların gençlik yıllarında
kullandığı kod adları
İlkbahardan sonbahara
geçiyor ansızın hava durumu
Ahali meraklı: Ne olabilir
yükselen çığlıkların sebebi?
Nereden
çıktı şimdi bu cenaze?
Kaldırımda durup bizi alkışlayan kim?
Perdeyi üstümüze örten hangi mevsim?
Kuşbaz,
güvercinin başını niçin ayırdı gövdeden?
Dağların yerini değiştirmek kimin fikri?
Toprağın
işi suyun akışına yardım etmek
Kayık
kör cahil, nereden bilecek nehrin aktığı yatağı
Bu kadar mesele etmeyin
hayatın hayhuyunu
Öğrenin artık, anneler
herkesten önce ölüp
Bir çırpıda çözüyor zorlu
dünya dertlerini
TEVHİT
İnsanın
annesi ölür mü gerçekten, mümkün mü böyle şey?
Tanrıların
mezara girdiği nerede görülmüş?
Telaşlanmayın
hemen
Serçeler
de kapatıyor gözlerini bazen yorgunluktan
Uyanınca
bahçedeki otları yolduk ilk iş
Vakitsiz çiçekleri topladık
dağlardan
Lacivert
gece, beyaz karanfil ve parmaklarımız kanadı
Baktık;
ruh bitkin, tenden çekilmiş takat. Toprak,
Kuraklıktan
dert yanıyor ıhlamur kokusuna
Kırık dökük bir ses sofraya
çağırıyor evlatları
Durmadan boyu uzuyor
yokluğun. Geç fark ediyor insan
Kemikler, asma dalından
kolay kırılıyor. Kimse bilmiyor
Ana kucağından sonraki her
yer gurbet oluyor çocuklara
Hayatımızın
ortasına kurulmuş çarşıda
Bizden
başka alış veriş yapan kalmamış
Sokak başını mekân tutan
tezgâhtara inanacak olsanız
Herkes kendinden önceki
birinin
Eksik bıraktığı ömrü
bitirmeye çalışıyor
Yağmur başlıyor apansız,
ayıpları örtüyor çamurun akarı
Terziler yıpranmış acıları
tamir ediyor bir köşede
Meydandaki saat kulesi derdest
ediyor kalan zamanı
Cemaatin önde gelenleri
Niyet ettikleri yere zorla
gömüyorlar duaları
Anlıyoruz,
meğer insanın annesi gerçekten ölüyormuş
Mümkünmüş
böyle şey; inanmayacaksınız ama
Bir şey olmamış gibi her
akşam uykuya dalıyormuş yeryüzü
DIŞ KALE
Bu murdar ömrü kendinize
benzetebilirsiniz
Damarlarınızda dolanan
kindar hayat
Size benzemekte zorlanıyorsa
Sesimiz rüzgâra, yürüyüşümüz
dağlara emanet
Beklerseniz eğer serinlikte,
uysal nehrin kıyısında
Uykuda; kürek başında,
okyanusun en derin yerinde
Doğum ıslaklığı çepeçevre
sarıp sarmalar çeperleri
Eriyen kar suları bozkırda
at süren yağmura karışır
Sonunda akışkan renklerle
temizlenir evin her yanı
Sokağa çıkma zamanı, kafa
darbesiyle yırtılır zar
Gelin, paslı telle
bağlayalım dünyanın iki ucunu birbirine
Göğün deliklerinden
geçirelim elimizdeki ipi
Vakit varsa, inancımıza
yakın mabetleri ziyaret edelim
Çocukların sırılsıklam
kendine âşık olduğu
Büyüklerin aynalardan medet
umduğu bu evde
Aç pencereyi, bırak uçup
gitsin parlak renkler
Süslenmesi gereken ülkelere
gönder malı mülkü
Uçsuz bucaksız çöllere
yürüsün çimlere serili örtü
Koltuğun kenarında bekliyor
nasıl olsa demli çay
Elektrikler kesiliyor,
eşyaların içi karanlık
Şükür, bedeni kuşatan uysal
sıcaklık
Daracık mağaradan size doğru
bakıyoruz
Görür görmez tanıyoruz ait
olduğumuz yeri, şaşırmıyoruz
Eşyaların kiri kaplamış
insanların üstünü başını
İÇ
KALE
Kumlara karışmış en küçük
parçan olmalıydım senin
Saçlarının dibi kaşındığında
tırnağının ucu mesela
Ekmek yapmak için ocağa odun
dizerken
İşe yarasaydı keşke ateşe
dair bildiklerim
Dizinin dibinde uyuklayan
kedinin hırıltısı olmalıydım
Geceleri, elmacık
kemiklerini görünür kılan mum ışığı
Cüzdanın kuytusunda saklanan
yedek akçe
Yastığın içine dikilmiş
uğurlu düğme
Uzun uzadıya yolculuklara çıkan
bacakların mesela
Yoksul dünyayı emzirmekten
Durmadan emzirmekten
yıpranan memelerin
Ayrılmaz bir tarafın
olmalıydım senin
Koyu karanlıktan güneşe
çıktığında
Kırpıştırmak istediğin
kirpik ucu
Dudağın kıyısında ömür boyu
duran utangaç hilal
Kimselere haber etmeden
kapıda bekleyen eksik bakış
İçli aşk şarkıları söylemeye
başladığında
Ağızda yuvarlanan kısık
sesler
Daldaki meyveyi almak için
en alt basamak
Uzaklara gitmek için atlas
yelken
Sen ne olmamı istersen onu
olmaya razıydım ben
Artık işe yaramıyor
kalabalıklardaki varlığım
Anlıyorum; senin içinde
senin yokluğun olmalıyım ben
ABDAL
Her sevgilinin ayrı sesi,
ayrı kokusu olmalı. Yerini
Yurdunu yakacak kadar âşık
olmalı insan aklındaki hayâle
Yolun büyük kısmının
bittiğini söylüyor konu komşu
Büyük ihtimal menzil de
görünür birazdan
İşim kalmadı okullarda
öğretilen inançlarla
Resmi binalarda başlayan
yangın umurumda değil
Üzülmek gelmiyor içimden
vitrinde duran acılara
Adıma açılmış hiçbir davada
savunma yapmayacağım
Bütün derdim içime saklanan tanrıyı bulmak
Öğrendiği ilk kelime, ilk
günahı olan soysuz benim
Yağma benim evimden başladı,
isyan eden söz bana ait
Başıma
gelen belâyı sevmediğimi kim söyledi size?
Sıkıntıyla
barışık olmadığımı da nereden çıkardınız?
Üstüme giydiğim dertlerin
renginden size ne?
Çektiğim
eziyeti benden almanızı
Beni
avutmanızı kim istedi sizden?
Zahmete
sırtımı dönmek istediğimi
Cefadan
memnun olmadığımı nereden çıkardınız?
Annelerin yarım yamalak
okşadığı çocuklar
Elbette yavaş yavaş ölür
doğum günlerinde
Cesaretiniz varsa söyleyin,
bilelim; yolcu
Sonu
kendi topraklarına varmayan yürüyüşe nasıl başlar?
SIRÇA
En çok gülerken özlüyorum
seni
Mutluyken eksik oluyorum en
çok
Utanıyorum gözlerimi ışık
içinde yakaladığımda
Sensiz
rezil rüsva olacağımı
Benden
iyi biliyordun. Öyle de oldu zaten
Tereddütsüz
dayandın bu yüzden ölümcül ağrılara
Ben
tuttum insanları seninle ölçüp biçtim
Senin
güzelliğinle kıyasladım dünyayı
İçimdeki kurak toprakları,
çorak yurtları
Sulak ülkelerden çok sevdim.
Çaresiz,
Dağların kör yılanı olmaya
razı oldum
Ortalıkta öylesine gezinen
ceylan yavruları
Ağacın dibine sırtüstü
uzanmış ürkek tavşan
Çitlerin kuytusunda boynu
bükük keklik… Bak
Üstümüzde dolanan serçeler
de unutmuş adımızı
Renkler, sesler, ışıklar,
sokaktaki kokular
Gökyüzünde yaşlanan buhar
kütleleri
Bedene yakışmayan bu can
Çekip gidiyor herkes
kurulmuş saatin içinden
Yas tutmaya yanaşmıyor akrep
ile yelkovan
Tekme tokat sokağa atılıyor
ağırbaşlı mendiller
Senden sonra pek de bir şey gelmiyor elimden
Paslı kevgirle taşıyorum hâlâ
evin içme suyunu
LAHİT
Açın
yelkenleri, içine sığacağımız ülkeler fethetmeliyiz
Mağaza vitrinlerini çekip
alın gözümüzün önünden
Bunca zaman aradığımız
cehennem siz olabilirsiniz
Harabelerde oyalandık bir
ömür
Elimizde gümüş saplı
kazma-kürek
Kutsal mekânları deştik
durmadan
İnançlı parmaklar şehvetli
sözler kazımış duvarlara
Korkaklar mağaraya
saklanmış; kararlıyız,
Bakirelerle sevişeceğiz
piramidin içinde
İmparatorlukların kesintisiz
zaferlere ihtiyacı var
Küçüktük ve mesai saatleri
dışında
Kahramanların kemiklerini
çalıyorduk şehir müzesinden
Define
avcılarından öğrenmiştik: İnsan
Yanında
götürmemişse tapınaklarda da bulamıyordu tanrıyı
Gelin el ele tutuşup boylu
boyunca uzanalım toprağa
Bakın, yüksek basamaklı sahnede ne güzel anlatılıyor
Yuvalarını yakıp yola düşen kuşların efsanesi
Karanlıkta bu kadar sık okşamayın hatıraları
Ölüleri çok sevmeyin, yaraya
tuz basıp susmayı bilin
Mayalanmış ekmeğe salça sürüp doyuracağız kalbimizi
Çocukların ellerinden zorla almak gerekecek mucizeleri
Deniz bitti, gün ekşidi, fedailer üstümüze yürüyor
Derleyip toparlayalım
yelkenleri, üstümüzü taşlarla örtelim
Son kazdığımız bu çukur
olabilir asıl yurdumuz
KADİM
Büyümüş olsaydım benim de
haberim olurdu bundan
Yemek yerken nereli olduğum
anlaşılıyor
İçtiğim sudan cinsiyetimi
tahmin ediyor ucuz fahişeler
Yürüdüğüm yoldan,
konakladığım şehirlerden
Soyum sopum, tarihteki
kırışık düşler, ayıplarım
Törenlerde ön sıraya oturmak
için gözlerimi ütülüyorum
Çığlığım pürüzlü, derimin
rengi tehlikeli
İbadet için kutsal marşlar
ezberliyorum okulda
Mağazada kollarıma yakışan
giysi bulmam gerek
Nikâh salonunda en ücra
köşeye yerleşecek sesim
Tutup
Saten bayraklara sarıyorlar
intiharı. Topal komitacı
Devlet başkanının kalbine
boşaltıyor mermileri
Haritaların altını kanla
çiziyor parçalanmış bedenler
Tombaladan hangi millet
çıkmışsa payıma
Sorgusuz sualsiz kabul
ediyorum
Kurtulamıyorum yine de
kasıklarımı şişiren günahtan
Yanlış tarafta olmayayım
diye
Mahalleye taşındığım ilk gün
önlem alıyor komşular
Adımdan önce
Yaşadığım yılları sorguluyor
mahalle muhtarı
Büyüdüm mü; sanmıyorum,
belki de hiç büyümeyeceğim
Yaşlanıyorum sadece boş
zamanlarımda
ASHAP
Sevgi acemisi beden yanlış
anlıyor okşamak için uzatılan eli
Çürümüş elmayı dişliyor
tavşan, kuşun ağzında bozuk tat
Niyet kâğıdına üzgün surat
çiziyor mahkeme başkanı
Kalem kırılıyor, son sözler eksik, davayı erteleyin
Herkesin kendi diliyle okuması gereken dua
Dağın eteğinde bekliyor bir başına
Mağaradaki şarabı gizli saklı içeceğiz bu kış
Umutsuzca bakıp durma önündeki karanlığa
Sıkı dur, çocuk ölülerine basarken ürkme
Bırak, sazın telleriyle boğsun mutrip
Şarkıları tek başına söyleyen sevgiliyi
Ayrık otları yerleşiyor tarlaya; yapacak pek bir
şey yok
Ekmek bayatlayıp peynir küfleniyor
Yalın ayak yürüsek kuru yapraklar eziliyor alt
katta
Kanepede oturan insanların yüzleri asık
Tarih boyunca nehir kıyılarına saklanıyor avcılar
Kim ne derse desin kendimi küfürle yarıştırıyorum
Yitip giden inançlarım oluyor her seferinde
Gün bitiyor, emekli bekçi
sokağın ışıklarını usulca kapatıyor
Meydana bakan pencereleri
cinayete şahit yazıyorlar
Ömrüm,
usulca selam verip bitiriyor ibadeti
Çek
artık elini ateşten
Sen
dâhil, kimseye yakışmıyor bu kadar eziyet
ŞATTÜLARAP
Babaların erken ölümünde
tarihin bağışlanmaz suçu vardır
Mümkün olsa bir gözden
diğerine uzatacağız kirpikleri
Karşı ülkenin çöllerini el
yordamıyla geçecek köstebek
Lastik
ayakkabı giyen halkların siyatiği azgın
Sahra
çadırında savaşa hazırlanıyor aşiretler
Ağrıları
kesmeye yetmiyor enfiye kutusu
Yorgunuz; acımızı anlatırken
kullandığımız kelimeler
Ekmek almaya yetmiyor,
heybenin ağzı mühürlü
Seyyah da bilmiyor, kervan
ne saklar hörgücünde
Çoraplarımı çıkarmadan
giriyorum kupkuru suya
Parmaklarımı keskinliyorum
saçları taramak için
Bu öksüz coğrafyada vakitsiz
yeniliyorum
Pusulasız hâline ağlıyorum
kum deryasının
Kapılar kilitliyken de
duyuluyor komşunun hıçkırığı
Durun, yaşadığınız
felaketleri anlatmadan önce
Biraz soluklanın
Arabistan’ın eşiğinde
Büyümüş olsaydım ben, öyle
yapardım
Babaların
vakitsiz öldüğü doğrudur. Çok eskidendi
Hatırlar
gibiyim, tuhaf gıcırtılar geliyordu tekerleklerden
İki
nehir aynı anda kurumaya başlamıştı evin ortasında
Anneler hangi tarafı tutardı
böyle bir kavgada
İçimizde bunu bilen
olmayacak hiçbir zaman
GECİKMİŞ
ISLAH
Herkes kalbine üflesin ahlaksız korkularını
Başkasının kapısının önüne
atın kabahatleri
Tanıdığınız bahaneleri eve
çağırın
İnsanların tenimizde açtığı
edepsiz yara yerlerini
Ucuz sevaplarımız örtsün
Merhametli
bir geçmiş yanıyor yatağın öteki ucunda
Biliyorum, sonu kötü olacak
hikâyenin
Kurbanın
boynundaki sicim
Elinde
bıçak olanı boğacak ilkin
Bir an önce soğutmak gerek
koltuk altlarını
Cevaplar
nerede saklı, bilen var mı?
Kedinin
mırıltısını dinleyip
Köpeğin
uysal bakışlarına dikkat kesilelim
Bir
an önce bulmak gerek kilidi açacak anahtarı
Mahkûm
zorda, geciktik; kurtarıcımız ortalıkta yok
Kendimizden
başka çare kalmadı
Kesik
gırtlağı mavi ibrişimle dikip
Kanayan
damara tuz basmak gerek
Bakın ve görün; tahammül
avutmuyor beynimizi
Şişedeki iksir kâr etmiyor hastalığa
Ayağa kaldırın ellerinizi
İşe yarasın camlardaki
parmak izleri
Çekip giden kahramanları tutmaya çalışın
Bakın ve görün, kardeş
olması muhtemel bir gölge
Zifiri karanlığı demliyor
bahçede
Çoban terk etmiş sürüyü,
otlak sahipsiz
Kuzu arsız; köpek, önüne
gelene sırnaşıyor
Suya bırakılmış sepetin içinde
Erken öldürülmüş baba, geç kalmış oğul
Kendine oyuncak arayan kutsal ayıp
Karşı kıyıda
Elimizi tutmayı çoktan bırakmış yol gösterici
Kuyuda ihanet, mağarada
sabır, yolda düşkırımı
Ciğerlerimizde kısa boylu
nefes
Etrafı sebepsiz yere
voltalayan isyan
Zincirlerinden boşanmış
inkâr ve cehalet
Bu böyle olmayacak:
Kapanmayacak yara
Ayıplar asla bırakmayacak
kavmimizin peşini
Günahların bedenimizde
açtığı kanlı izlerini
Örtmeye yetmeyecek her sabah
ödediğimiz zekât
Ortalığa saçıp durmayın artık içinizdeki
rezillikleri
Edep yerlerinizden uzak
tutmayı öğrenin insanları
SEVGİLİ
Dağların, nehirlerin,
buruşuk kâğıtların üstüne
Kurşun kalemle kendi halinde
gökyüzü çizsem
Bir avuç dolusu kum, bulutların
altına
Açık kahverengi boyayla
tepeler, maviye yakın deniz
Taşların bir ucunu ok,
diğerini mızrak yapıyor birisi
Celeplerin işine gelmiyor
etten paylarına düşen taraf
Kuru otlar kaplıyor tarlayı
Sarraflar, sadaka kutusunda
koruyor servetini
Bacakların ortasında çıplak
tene
dair ahlaksız istekler
Sahte peygamberlere yetmiyor
takvimde kalan günler
Eceli gelen tanrı mutlaka
ölüyor
Kavga etmeden yaşamak mümkün
mü bu hengâmede?
Ekmeği yemek, suyu içmek;
sıra gelirse çiçeklere
Koklamak renkleri incecik
limon kabuğunda
Miskin köpeğin yanına uzanıp
boylu boyunca
Mümkün mü yıldızlara başka
gözle bakmak
Sonbahar gelip geçmiş; bahçe kapısında fırtına
izleri
Mevsimler daha sık değişiyor akşam üstleri
Hava durumuna güven kalmamış
Çömlekçiler bu kadar kırıp dökmeseydi keşke çamuru
Kemiklere yapışan acıyı söküp atmak mümkün olsaydı
Büzülüp iç içe girmeseydi morarmış damarlar
Zaman, yan yana gelme hakkı tanısaydı son kez
Sana, bana ve elbette boynu eğik her söze
Sana, bana ve elbette boynu eğik her söze
Urgancılar, bahar aylarını çıkarmışlar ip balyasından
Çuvalın bize bakan tarafı kök boyayla
süsleniyor
Günebakanlar söğüt gölgesinde soluklanırken
Hayvanlar koklayarak buluyor
yönünü
Avcı, pahalı giysilerinden tanıyor avını
Ölüme usul adımlarla giderken korkak olurdum
Kendimi sahipsiz sorulara asardım en çok
Boynumda kadife kaplı kızıl muska
Ağzımın kenarına takılı kalmış imkânsız şarkı:
“Milletim nev-i
beşer, vatanım ruy-i zemin”
Sırtımda yorgun dünyanın günahı
Altı mürekkepli kalemle çizilmiş geç kalma hâli
Size bir gökyüzü borcum
vardı, altında uyumak için
Biraz engebeli yollar;
yürüyesiniz diye
Sevişmek için beden, öpüşmek
için dudak
Yaşamak için elbet,
ayaklarınızın altına serdiğim toprak
Taşlar, ağaçlar, çiçekler;
börtü böcek
Kavuşmak için dil, inanmak
için ruh, fark etmek için kulak
Eziyeti ıslah etmek için
korku
Kayıp cevabı bulmak için
renk renk insan yüzü
Dağlara, nehirlere, buruşuk
kâğıtlara
Kurşun kalemle kendi halinde
birkaç satır yazı yazdım
Belli mi olur;
Yolunu şaşırmış bir berduş
merak eder akıbetimi
Hayatımdan başka utanacağım ayıbım
yok benim
Bilinsin; ömrüm de bir
ısrardan ibarettir
KAPI ÖNÜNE BIRAKILMIŞ TERLİK
Dünyanın
merkezi neresi, aranızda bunu bilen var mı?
Hani
nerede gömülecek mevta?
Cenazeye
arkasını dönüp giden soysuz da kim?
Dikkat
edin, kuduz ahali dar sokaklarda linç edecek
Karşısına
çıkan cemaati. Mahalleli,
Farklı kahramanlık
hikâyeleri anlatıyor birbirine
Yazık, gidenin kim olduğunu
bilen yok
Yolculuk
başladı, sesler kesildi, etraf sus pus
Kelimelerden
gayrı şahit kalmadı ortalıkta. Herkes
Kendi
ağıtı, kendi ameli, kendi nefesi ile baş başa
Bir
tüy düşse göğün kanatlarından yeryüzüne
Elbette
yurdumuzu talan edecek
Kelebeklerin
dinmeyen çırpınışı
Çakıl
taşlarının içmediği dişi sular dökülecek toprağa
İçinizden
biri söylesin
Bütün ömrü esir alan telaşlı
koşuşturmalar nereye gitti?
Oturduğumuz
sedir neden durmadan terliyor?
Sofrayı
toparla
Ekmek
ve peynir ayrı dolaplara konacak
Kaşık
çatallar üst çekmeceye; sapları dış tarafa bakmalı
Kırıntılar,
bahçenin hakkı
Gözlere
dokunmayın, derli toplu dursunlar yüzün kenarında
Zaman
doldu; sırtını dön ve yürü:
Dikişsiz
beyaz gömlek, yalın ayak; baş açık, beden pirüpak
Teneşire kurulmuş kemikler
ilk defa rahat
Keyfini
çıkar son kez sahnede olmanın
Bilinmezliğin anlattığı öyküleri dinlemeye başla
Suda yürümenin sırrına vakıf ol, dalgaların
fısıltısını yorumla
Koyu bakışları karanlığın ardına sakla, kapat
ışıkları
Elbet sana vereceği bir ders daha vardır sükûnetin
Sandıkları kilitle ve anahtarları uçurumdan aşağı
fırlat
Sahipsiz
terlikleri kapıya koymayı unutma
Olan
biteni bulutlar fark ediyor ilkin; ardından minareler
Herkesten
önce pazar günü koşup geliyor tabutun başına
Pencereden
olan biteni izleyen kedi
Bin
yıldır peşinden koşturduğu kuyruğu nihayet yakalıyor
Kuşlar, kafeste tutulmalarının sebebini anlıyor
Senin
çektiğin ağrıların gıcırtısı bu, tüm evreni kaplayan
Gel,
saçlarını tarayalım yeniden
Kâğıt
makasıyla düzeltelim kırık uçları
Tekrarlanmayacağını
bilerek
Yanaklara
yapışan öpüşlerin değerini bilelim
Beklenen
oldu: İşte karşınızda haziranın sekizi
Çıldırmış
yağmur esir almış sokağı
Nemli
deniz göğü parçalara ayırmış
Irmak,
korkuyla ıslah etmiş kavak ağaçlarını
Doğrulabilsek
bir an yattığımız yerden
Bu
deli ağrıyı tanıyan tecrübeyle dokunsak birbirimize
Belki
daha kolay olacak tanrının derdini anlamak. Sanki
Aramızdan
biri daha öğrenecek kimi soruların cevabını
Bütün
bir dünyayı sevgiyle kucaklayacak bu kollar
Ayrıldıktan
sonra aramızdan
Bütün
bu öfkeyi, nefreti, küskünlükleri bitirecek nefes
Olmadıktan
sonra âlemde
Biz
kırgınlığımızı hangi kelimenin üstüne yükleyebiliriz?
Hangi
sözdür ki o, bir anda ısıtacak olan içimizi?
Tutup
koklamaya kalksak kuytulara ekilmiş reyhanları
Garip,
fesleğenler bile kaçırıp duruyor kokularını bizden
Kendimiz
istedik oysa
Kekiklerin
dağlarda bir başına kurumasını
Dikenlerin
parmaklarımızı kanatmasını biz istedik
Kalbimizdeki
deliklerden sızan kızıllıktan
Şikâyet
eden bu cahiller de kim?
Acı,
acıyla kıyaslanabilir mi?
Ölçülebilir
mi gerçekten aldığımız hangi soluk
Diğerlerinden
daha sert saplanır göğüs kafesine
Söyleyin:
Annelerin ölümü
Tanrının
ölüsünden başka neyle kıyaslanabilir?
Bir
anne gözlerini kapattıktan sonra
Nereye
sığar hayatın geriye kalan sancısı?
Bak,
bahçedeki biberler büyüyor
Domatesler
boy atmaya başladı, böğürtlenler rengârenk
Gölgeler
yeşil, vakitler kırık dökük… Asma yaprakları
Sarılıp
sarmalanmış sofraya oturmayı bekliyor.
Yeşillikler
taze; az daha bekletsek daldaki elmaları
Diş
izleri, ağzı ıslaklığa boğacak
Yine
de eksik olan bir şeyler var avluda
Dışarıda
büyük bir felaketin ayak sesleri duyuluyor
Orada
burada rahatça dolaşan rüzgârda tuhaflık
Yeryüzü,
ikinci bir emre kadar boşaltılmış
Evlerin
tümü taşınmış sokaktan
Caddeler
tenha, pencereler ıssız
Kapılar
sökülüp atılmış menteşelerinden
Tanıdık
yüz kalmamış ortalıkta
Biraz durup dinlensek
Bu anlamsız güne
hazırlanırken ruhumuz
Tutup son kez birbirimize
baksak
Belki boşuna yaşanmış
olmayacak bunca eziyet
Şimdi
söyleyin, öğrenelim
Kurdun
kuşun kısmetini çalmaya çalışan bu zalim kim?
Anlatın,
anlayalım; nasıl bir rezil cesarettir ki
Ölünün
terliklerini geçirip ayağınıza
Çıkıp
gideceksiniz taziye çadırından?
Yağmur
durdu, sesler uyudu, etraf inzivaya çekildi
Suyla
korkutulan kuduz köpek de ayrıldı meydandan
Ve
artık öğrendik hepimiz şu iki sorunun cevabını
Bir:
Dünyanın
merkezi, annelerin kalbidir
İki:
İşte
burada; karşınızda, dimdik duruyor gömülecek mevta
hiçlik kapısına asılı
KARANLIK
ÇANI
(hamse mesnevinin dördüncü
parçası)
Sedat
Şanver
İletişim
sedatsanver@gmail.com
Baskı
Öncesi Hazırlık
Yazı Kültürü
Baskı
Bassaray Matbaası
Sanat Caddesi, No: 1/5 Çamdibi İş Merkezi
Çamdibi/ İZMİR
0.232.457 71 48
Baskı Tarihi: 10.10.2016
Yazı
Kültürü
Yerel
Süreli Yayın
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sedat
Şanver ÖĞE
Yönetim Yeri: Atatürk Mahallesi, 927 sokak
No. 4/ 1
Bornova/ İZMİR
0.507.801
22 37
issn: 2146-5290-16
No comments:
Post a Comment