Monday, September 26, 2016

İSKELET ANAHTARI







cümle kapıları için

İSKELET ANAHTARI





Sedat Şanver







yazı kültürü








Her daim hocam
Raif Özben‘e







Tanrım, bütün bu gördüklerine nasıl tahammül ettin?











MUHARREM

Medet ya zaman; medet, bunca hızlı akıp geçme

İnkâr, kızıl haber olup kapıya dayanmış
Başımız dik, kanlı aksimiz çalkalanıyor kör kuyularda
Yüzde biriken çizgiler
Dayanamayıp taşlığa fırlatıyor tahammülü
Neyi kaybettik, kimse bilmiyor
Omuzda çaresiz bekleyiş yumağı
Sureti koruyan camlar delik deşik
Toprağın derinlerinde çatlayan yılan derisi
Yağmurun altında çöl rengi giyinmiş serçe

Söz,
Rüzgârı önüne katmış kovalıyor; ardında kesik başlar
Ahali,
Işığı görüp tereddütsüz secde ediyor kılıç önünde

Medet, mürvet, edep
Balık, suyun içinde suya hasret
Semaha duruyor kıble, mahrem döneniyor
Aşka gelip soyunuyor kalbi kırık rahle
Ufukta, kardeş ocağında semirmiş eziyet
Dayanamayıp sıyrılıyor kınından yatağan
Üstüne düşen kabahati işliyor kavruk hançer
Güneşin çeliği parlıyor tende, omuzdan ayrılıyor boyun
Merhamet, korkuyla koşmaya başlıyor uzağa
Şehirde edilen yemin kandırıyor evin sahibini
Peygamberlerin hayalarını tekmeliyor müşrikler
Ey kalbin kilidini açacak anahtar, ey gül yüze çöken hüzün
Al sök içimize yerleşen fitneyi; gel bitir ayrılığı, yokluğu unut
Duran kalp çarpsın, akan kan kesilsin
Aç bağlanmış dilin düğümünü
Gel ey güzellerin güzeli, bitir artık bizi sınadığın imtihanı

Ortalıkta dolaşan başıboş sözcüklerin ellerinden tutup
Bahçemize sürükleyelim elde kalan soylu anlamları
Söyleyin, bilelim; İbrahim’in atıldığı ateşe
Su taşıyan karıncanın bacağını kim kırdı?
Yürünecek yolları talan eden fırtınanın sahibi kim?
Söyleyin, hayatta kalan son kiracı
Neden bu gece bu kadar telaşlı?

Oyuklarda hırsızlığı meslek edinmiş saksağan yavruları
Etrafta kirli ayaklar altında ezilmiş bir çift üzüm tanesi
Cemaatin ağzı sımsıkı kapalı, kapılarda mühür
Yerde yatan tevekkülü görmezden geliyor sahipsiz ayet
Susuyor hüseyni makamında söylenen kelam
Hayat usulca çekiliyor damardan, başlıyor bin yıllık gece
Yırtık gırtlaktan boğuk ses fışkırıyor kefenin üstüne:

Medet ya insan; medet, bunca şehvetle kırıp dökme





ZİKİR

Nefes nefese, nefes nefese, nefes nefese
Dağın üstünde bulut, bulutun üstünde gök
Göğün üstünde yıldız dönüyor, hû!
Tezgâhta biçilecek esvap; esvabın cebinde ten
Tenin altında ruh; ruhun saklısında katre, hû!
Makas kesip atıyor kumaşın fazla parçasını
Yüksüğün içine hapsolmuş terzi dönüyor
Pamuk kozası iplik olup iğneye saplanıyor
Zapt edemiyor kendini, olduğu yere düşüyor rakkas
Elinden tut ve ayağa kaldır serkeş semazeni
Karıncanın sırtındaki buğday dönüyor; hû!
Hû ya hazret! Yetim kudüm, tavlı deri, yanık kasnak hû!
Kör çivili topaç; yekpare değirmen taşı
Hikâyeler anlatarak ilerleyen boşboğaz nehir
Gittiği her şehre yangını da peşi sıra götüren rüzgâr
Dolapta herkesten saklanan sarhoş kadeh
Dudağın kuraklığını gideren kekre şarap
Çemberi kasıp kavuran alev dönüyor lambanın fanusunda
Pervane ışıkta, ışık ateşte, ateş hurufatta dönüyor
Ölüm firari, şüphe tanıdık, pişmanlık kadim
Asil cesaret durmadan dönüyor çömlek çarkında
Çerçinin umursamadan çiğnediği bir tutam çamur yığını
Kırılacak testi oluyor suyun uğruna. Münkir kum, inat edip
Pişkin tencere, kulpsuz maşrapa, tohumluk saksı oluyor
Ciğeri terk edip meçhûl bir yola gidiyor neye üflenen ses
Dölü taşıyacak esinti, sabahı okşayacak bakış
Göğse atılan yumruk, yanağı delip geçen şiş
Göze batan parmak şifa oluyor yaraya
Narin kemik kaynıyor kırık yerinden. 
Gece yataktan kalkıp 
Günle beraber ışımaya başlıyor
Sen de çıkar koy artık
Meziyetin neyse ortaya; dönsün etrafındaki esrik âlem
Kim açsa o dişlesin ekmeği, rızamız var
Kim susamışsa o içsin mahrem şerbeti, kabulümüz. Etleri
O dağıtsın gurebaya. Sübyan çırak, çakallara saçsın artıkları
Cemaat, kanla dolu kurnada yıkasın bedenini. İsteyen
Baştan sona talan etsin bu küffar sokağı. Tutma, bırak
Kervanın ardına bağlayıp sürüklesinler bu sefil cemiyeti
Binalara saklanmış olamaz sahibimiz. Kendine çevir yüzünü 
Tevekkülle otur dairenin içine, avucundaki başağı tanele
Tohumu ayır sapından, gülün ardında secdeye dur
Düş yakasından nefsin. Elinden tutup durma şehvetin
Terbiye et hevesi; edep haznesine hapset gevşek dili
Ey itaat! Ey eksik aşka bedenini teslim eden acemi seyyah
Kapının eşiğine yığılıp körüğe âşık olan cahil demirci
Ateşi bırakıp dumanla; güneşi bırakıp gölgeyle
İçindeki mecnunu görmeyip el âlemle meşk eden maşuk
Köprünün her iki ucunda da oynaşan mağribi kitabe
Gideceği menzili unutup işittiği ilk söze kapılan meczup
Şefaat dileyen, hidayete eren, gayrullaha yakışan eziyet
Duvarlarını yıkıp zincirlerini çürüttüğümüz bu sefil kelam
Dalgaları boyumuzu aşan umman, ağzı köpüren akrep
Küreğe biat eden sandal, yelkeni diktiğimiz ipek mendil
Tek hüneri hır çıkarmak olan kıskanç lisan
Bırak hafızların sesini boğan hengâmeyi bir tarafa: Hû!
Senin özlemin; hırpalayan, paramparça eden
Tiftikleyip serçelere atan bu aciz yüreği
Bir yokuşun başında; tek başına, bir başına
Nefes nefese… Dönüyor başım. Hû!



MEFTUN
                     
Ey telaşla şehre ulaşmaya çalışan şımarık rüzgâr
Sabaha güvenip meydana saçıp durma serinliği
Bak, dalgalar iskelenin altına toplamış çalı çırpıyı. Anla,
Fırtınanın ortasındayız. Herkes, gemisinin kaptanı
İdareli kullan, israf etme payına düşen korkuyu
Bırak kırılsın testi, cahilin sofrasında doldurma kâseni

Tanrım sen bizi suyun azabıyla imtihan etme

Her yanı kırgınlık olan bu coğrafyada
Ömrün sonsuza kadar uzasa ne yaparsın?
Ne olur bu yangının gölgesinde bin yıl daha yaşasan?
Aşklar çıkarılsa içinden, ne kalır ömürden geriye?
Ne işe yarayacak göreceğin sonraki ihanet?
Avucundaki alevi serinleten yağmurun kıymetini bil

Tanrım sen bizi ateşin afatından uzak tut

Uymamız gereken kurallar muskalara saklanmış
Bilmekte geciktik peygamberlerin üstünlük sırasını
Hangi melek, diğerinden daha gerekli yeryüzü için
Oturduğu yerden senin kâbeni taşlayan münafık da kim?
Menzili kendisi olan dervişsin sen, utanma ayıplarından
Uçurumun kıyısında oynaşmak yakışıyor bu bedene. 
Bırak, İsteyen istediği dilde yeniden yazsın sivri kalemiyle
Uydurma bir tarihi bin yıllık duvarlara

Tanrım sen bizi insanın belasından koru




GANİMET

Adımın içindeki harfleri ezbere biliyorum
Aynadakinin kim olduğunu öğrenmeye geldi sıra

İbadeti terk ettim, ateşle ıslah ediyorum ruhumu
Güle bakarak arınıyorum şehvetin kirinden
Unutuşla temizleyeceğim elbet bu pasaklı bedeni
Ahlaksız bir inkâr dolanıyor damarlarımda
İnat ediyorum; biliyorum, boyun eğmeyecek gönül
Sonunda şeytan da kovacak beni küfrün evinden

Çıplak ayaklarla koşturuyorum kayalıklarda
Uzakta şamandıranın ucuna takılı kalmış ağ artıkları
Balıklar, büyük bir iştahla yüzüyor sepete doğru
Benim derdim ten kafesini yırtıp atmak
Yenildiğim için durmadan bağırıyorum boşluğa
Ezik çığlık olup düşüyorum ardından ıssızlığın üstüne

Av bitti; tekneler dönüşte, gün erken çöküyor şehre
Herkesin torbasında yakalayabildiği kadar kuşku kırıntısı
Kumların arasında çürüyor sülünes parçaları; olta şaşkın
Denizin kısmetini bilmeden götürüyor gittiği her iskeleye
Tezgâhta telaş, mezatta karmaşa, arastada koşturma
Yolundan çevirmeye kalkma suyu ve rüzgârı
Bırak istediği yere yürüsün kıblesi uçurum olan ahali

Hiç olduğumu biliyorum, kurtuldum yüklerimden
Şimdi daha rahat dolaşıyorum artık kendi sokaklarımda



İŞRÂK

Apartmandaki herkes elindekileri eşiğe bırakıp
Kendi doğusundakine küfretmeye başlıyor cuma günleri

Karşı meyhanede tek başına oturuyor yine aynı serkeş
Tabağın altına saklamış ekmeği ve tuzu
Yeterince büyüdün, istersen sen de gel iliş masaya
Ellerini kadehin ince tarafına yapıştır
Gırtlağını temizle, okulda öğretilen kelimelerle konuş
Hepimizin en parlak meziyeti bu: Her katliama haklı sebep
Her zalime afili isim uydurmak… Âlimlerin
Coğrafyanın uzak kenarından öğrendiği
Soylu tek yeteneği bu… Ayağa kalk
Melekleri dünyadan kovarak başla işe
Çatıdan aşağı fırlat bir an önce evliyaları
Durma; tekmele, önüne çıkan peygamberleri
Gerdeğe girecek hünsa bir tanrı bulmalıyız sana
Fırla, dışarı çık ve sulara doğru yürü. Bak bakalım
Tarihi ikiye bölen nehirler yerinde duruyor mu hâlâ?
Anla artık, tanıdığın her insanda tekrar tekrar yanıldın. Bak
Cumartesi günleri tövbe etmenin kapanış saatini geciktirdiler
Elde süpürge, ışıkların sönmesini bekliyor müştemilat
Balodaki gevendeler evlerine dönmeye başlar birazdan
Müezzin, mevlit bitiminde akide şekeri dağıtır cemaate
Hacı İsmail’in son isteği öğle namazına müteakip gömülmek   
Mirasçılar, malı mülkü yağmalamaya sabahtan başlamış

Avludaki herkes çöplükte bulduğu ne varsa koynuna tıkıştırıp
Kendi batısındakine ibadet etmeye başlıyor pazar günleri




ZAHİRÎ

Tanrım, nereye kazıdın suretini; göster, nerede yazıyor adın?

Hangi gülün yaprağı, hangi dağın altı
Kurumuş hangi kuyunun dibinde saklı güzelliğin?
Söyle, çaldığım kapılar neden kilitli?
Görmem gerek, içeride kim saklanıyor benden
Bekçiler boşa umutlanmasın; işin aslını öğrenmeden
Ayrılmaya niyetim yok akıbet eşiğinden
Kabulümdür taşın her şekli, her denizin köpüğü
Varlığın her rengi; yeter ki bileyim,
Hangi kavmin alfabesiyle yazılmış sözler bunlar
Öğrenip onların dilinde anlatayım başıma gelenleri
Gözümü karartan perdeyi kaldır
Kudretle imtihan etme zavallı kulunu
Duyduğum yalanlara inanma gücü ver
Şüpheyi alma elimden; bırak, çıkıp gideyim bu tenden
Öğrenmem gerek, kavgalar neden bizim avluya dökülmüş?
Sokakta oynanan oyunlarda neden hep ben yeniliyorum?
Anladım, çıkarmak mümkün değil hafızadan koyu renkleri
Çeşme bulup yıkasak da geçmeyecek elimizin karası
Üstümüze bulaşan dünya izlerini silmek mümkün değil
Ayağımıza takılmış zincir, boynumuza bağlanmış urgan
Sırtımıza yol yapmış kırbaç terk etmeyecek hanemizi
Sevgili, anla; kırgın göğe sürgünüz
İyileşirim diye iştahla bu yüzden yalıyorum yaralarımı
Sesimin çıktığı her vakit aynı soruyu soruyorum:

Tanrım, bütün bu gördüklerine nasıl tahammül ediyorsun?




VİRANE

Ben bu yangından sadece kelimeleri kurtarabildim
Hayatımın kırık yerlerini çamurla yapıştırdım birbirine

Çürümüş hatıralara el koyduklarında seviniyorum
Kurtuluyorum, hastalıklı bir parçamdan daha
Usta hırsız, gümüş şamdanı kendi evinden çalıyor
Mahalle bekçisi, saatin çarkını sahtesiyle değiştiriyor
Meydandaki çeşmeden su içmeye çabalıyor güvercinler
Sokak başlarında satılan afyon
Korkak adamların ciğerlerinde dalgalanıyor
Ayaklar yorgun, bilekler sancılı, tırnaklar sökük
Koltuklar oturup duruyor ıssız bir köşede
Ana rahminde öldürmeye başlıyor kardeşler birbirini
Korkak kırlangıç yumurtayı ısıtmaktan vazgeçiyor
Varlığı bütün ömür saran karanlığı
Koyu günahla birlikte defnediyoruz geceye
Kâğıtta yazılanları tersinden okumaya başlıyoruz

Tütün kokusu sarıyor etrafı; ortalık karışıyor
Katran ve duman, kavga ve kıyamet
Utanma duygusunu unutmuş mahşeri kalabalık
Yaşamak ucuz; suç hanesinde kasıtlı cinnet
Korkuyoruz meçhûlden, bizi çağıran gaip seslerden

Çekin artık bacaklarınızı sefil rahatlığın içinden
Karıp yeniden dağıtın kartları. Payıma ne düşmüşse
Söküp almaya kararlıyım elinizden. Bundan emin olun
Bu yangında herkesten önce kendimi atacağım ateşe




BEZİRGÂN
Sonunda ölüme çare bulduk, tek eksiğimiz aşk

Yaşamın bin türlü hâli olduğu söylenir. Bilen yok
Bin birinci hâl neden sebepsiz dolaşıyor ortalıkta
Neden bir kucaktan diğerine yuvarlanıyor mahrem beden?

Varlığa şirk koşanlar şişeye hapsedilmiş surete âşık
Çocuklar şahit oldukları mucizeyi
Titreyerek tarif etmeye çalışıyor birbirine
Ardından kervan
El ve ayaklarımızı da alıp gidiyor heybenin dibinden
Tüccar, hayâli kafileye emanet ediyor çalıntı mücevheri
Tenimin rengini yitiriyorum, ardından gülüşlerimi
Geride kalanlar korkarak sormaya başlıyor birbirine:
Hangi nehrin suyunda yıkayacağız çamaşırları?
Atların kirpikleri yola neden böyle uzun uzun bakıyor?
Karıncalara bizi gösterip
Neden durmadan gülüyor Yecüc ile Mecüc? 
Toprağın altı kaygılı... Böyle giderse
Gözlerimizi koyacak yer kalmayacak fotoğraflarda
Yatacak döşeği olmayanları ağırlıyoruz sırtımızda
Sofrada tek başına oturuyor nasipsiz misafir
Bütün serveti alıp götürüyor başımıza gelen felaket
Unutmayın, ekmeğin ve tuzun hakkı var üstümüzde

Ölüme çare bulduğumuz yalanmış. Adlarımızı
Ateşe ve buza yazarak avutuyoruz kendimizi



HELÂK

Bağırarak konuşmasın cemaat
Vitrinde duran suret rahatsız oluyor

Gel, birlikte söyleyelim bildiğimiz şarkıları
Sahipsiz köpekler gibi dolanalım kapı önlerinde
Dilin altında unutmuş olmasak jileti
Çizerek iyileştirmek de mümkün olacak yaraları

İstersen, cevabı olmayan sorular soralım birbirimize
Herkesin şaşıracağı sırrı, ilk biz fısıldayalım kıblemize
Vakitsiz secde edelim ateşin sığmadığı kubbenin içine
Kasıklarımızın arasında ahlaksız ilişki kurma biçimleri
Gazaba uğramış bir kavmin adıyla başlasın dualarımız
Ahali evini temizleyecek kırkikindi yağmurlarında
Islak karanlıkta, akan suda, yurtsuz nehirlerde
Kadınlar hayra yormayacak
Eteğin altına saklanan parmakları
Yıkanmayı aklından bile geçirmeyecek duvarlar. Bırakın
Geçkin erkekler kırgın çığlıklarla koştursun iç avluda
Gördükleri her boşluktan içeri girecek elbet oğlan çocukları
Patlaması mümkün bütün mermileri toprağa gömün
Belki yararı olur, baltayı çıkarın sandıktan
Kan görmekten korkanlar gözünü kapatsın. Birazdan
Büyük bir şehvetle suratlarımıza saldıracağız
Vitrinde kimin putu duruyorsa ilkin onu parçalayacağız

Bırakın, isteyen istediği gibi konuşsun; rahatsız olan yok
Kendinden başkasını dinleyen kalmadı nasılsa aramızda




MUTRİP

Hanenizde çalgı çengi; siz çalın, âlem oynasın

Sır, çalıların arasına gizlenmiş çıplak teni okşuyor
Yapraklar kalabalık, görmek ne mümkün ağacın köklerini
Kollar açık, sarılacak beden bulan şanslı
Çaresiz hâlimize ne kadar da yabancı kadim dostlar
Temkinli ol, mahremden uzak tut tüccar çıraklarını
Alışma esrarın karanlıkta ciğerine çektiği çileye. Bak
Şeytan, sorularla kirletiyor ruhumuzun üstünü başını
Kemiklerini ağrıtan sözleri toprağa emanet edip
Anlamaya çalış fırtınanın derdini

Bu kadar yüksekten düşeceğim elbette gelmezdi akla
Üzerime doğrultulmuş namludan korkmuyorum
Öğrendim;
Aşk da hayat da zorlamaya gelmiyor
Gördüm;
Bu kavgada tanrının tarafsız kaldığı yalan
Biliyorum;
Çocukların gözleri devletin bekasından daha önemli
Daha önemli elbet insanların ömrü imparatorluk tarihinden

Kimse sessiz sedasız ölmeye tahammül edemiyor
Herkesin aklında binbir türlü kahraman olma hayâli
Gün bitiyor, bitsin; yara tahminimizden derin

Bakın, cümbüş başladı yine bildiği tek şarkıyla ibadete
Aşikâr olan şu: hanendeler ezelden keyfe müptela




TENHA

Sevgili, elinden tutmuş çekiştiriyor ayyaşı. Atlıkarınca
Panayır yerinden gökyüzüne giden yolda dörtnala ilerliyor

Yerleştiğim her kovukta farklı yalnızlık buldum kendime
Yükseklerde dağ, uçurumlarda yosun tutan taraf oldum
Kıyı kahvelerinde kumsalı kaplayan sahipsiz bakış
Teknenin baş kısmında yardım çığlıkları atan paslı ırgat
Baktım ve ölümün hırkasının altında ne olduğunu gördüm
Aşkı çıplak tenime giydim, sırrımı ilkin yollara söyledim
Çaresiz, kekeme dille tarif ettim içimdeki eksikleri

Vardığım her şehirde kendime uygun korku buldum ben
Hapishane köşelerine iliştirilmiş kübik kule
Camii avlusunda yaldızlı revak
Kuşatma zamanları tunçtan kale kapısı
Meydana bağdaş kurup oturmuş çınar ağacı
Körfezde belden aşağısı tutmayan martı sesi
Esnaf lokantalarında ekmeği bol köfte
Bıraksalar, terk edilmiş yamaçlara yeni yurt kuracağım
Rüzgârın üşüttüğü nehirlerde yıkarım belki de ağzımı
Olur olmaz bir ateş başında ellerimi ısıtırım. Şimdilik
Şiddetli harflerle tarif ediyorum derdimi. Biliyorum
Sözlerimin üstüne yama dikmezsem bedenim açıkta kalacak
Sen beni tamamlamazsan hep yarım kalacağım
Sonbaharın soğuk günlerinde durmadan üşüyeceğim

Dönme dolaptaki sarhoş hayâl görüyor aslında
Herkes bir başına, sevgilinin elini tutan kimse yok




MEZİYET

Geride kalanlar endişeyle anlamaya çalışıyor olan biteni

Kahvaltıda akışkan nezaket sürmüşler ekmeğe
Suratta uydurma gülüşler, hüzünlü dudak kıvrımları
Senetlerin altında afili imzalar; ritmik telefon numaraları
Çok katlı adresler; dolapta dört çeker etek-ceket takımı
Geleceğe ait küçük kâğıtlara yazılmış notlar
Sonraki yüz yıla gönderilecek mektuplar
Cennette yapılacaklar listesi
Evin salonuna asılacak çerçeveli tablo
Hafta sonu gidilecek lokanta
Şirket gezisinde yüz ağartan gömlek yakası
Sonraki sevişmeye hazırlanan dantelli iç çamaşır

Aybaşlarında kanamamız fazla oluyor nedense

Araba duruyor ansızın
Fermuarını kapatıyor tamirhaneler. Unuttunuz mu?
Rulet masasında kafamıza sıkmıştık son mermiyi
Pokerde kaybedeli çok oldu onurlu yürüyüşleri
Mağazalar arasında koşturuyor kredisi yüksek vatandaşlar
Nefesini tüketip dönüyor herkes parlak giysilerin içine
Müşteriler bedeninden bir parçayı sonraki taksit için ayırıyor
Şanslı olup karşıya geçenler akıl sır erdiremiyor gördüklerine

Biliyorum sevgilim, sen de yorulacaksın bir zaman sonra
Sana duyduğum bu aşktan, başka yeteneğim kalmadı
Her geçen gün daha çok korkuyorum ben kendimden



ARINMA

Şehrin ışıklarında rengi değişiyor çok katlı evlerin
Zührevi hastalıkları eşit paylaşıyor kırmızı sokaklar
Dokunmamız yasak cennet meyvelerine
Belki de bu yüzden bütün köylüler
Durup durup protesto ediyor katedralleri
Cemaat, parmaklarının arasına sivri muşta takmış
Cepte çelik boğma teli, zulada sustalı bıçak
Saatli bomba, akıllı füze, altın rezervi
Sermaye memnun değil ahirette kendisine ayrılan masadan

Yeri, göğü ve suları; gecenin uysal, günün telaşlı yanını
İnsanın kirinden ne temizleyebilir, bilmiyorum
Anlıyorum, bu iş böyle olmayacak
Efendi çocukları sevmiyor hayat
Küfür ile başlıyorum konuşmaya
Son paramı fahişelere harcıyorum
İnançlarımı kumarda kaybediyorum
Toplamaktan vaz geçtim tarladaki ürünü
Umurumda değil, tefeci alıp götürsün hasatı
Elimdeki çuvalı fırlatıp çıkıyorum terbiye edilmiş bahçeden
Tövbe kapısını sımsıkı kapatın arkamdan
Yumruğumun üstünü paslı tenekeyle çiziyorum art arda
Avcılar, kanın kokusundan yakalayabilir beni bir tek
İyice bakın gözlerime, karşınızda duran bu küfrü
Mutlaka duymuş olmanız gerek bir yerlerden

Kimseye sevgili oldum mu, emin değilim
Tanrı olamadım bu yaşa kadar; bunu biliyorum bir tek



KAZAZ

Tanrım, hayatın kendisi ne büyük eziyet
Biteceğini bildiği bir yola nasıl başlar insan

Sonunda bekleyeni olmayacaksa
Kavuşacak sevgili yoksa şarkılar susunca
Gırtlaktan çıkan bunca ses ne işe yarayacak
Vardığım yerde senin durduğunu söyle
Korkarsam ellerimi tutacağını
Üşürsem sarılıp ısıtacağını bileyim
Sonrasını seninle devam etmeyeceksem
Boşa gidecek yürüdüğüm bunca mesafe
Kıblemden şüphe duymama izin ver
Kapından girmeden sorgulama inançlarımı

Yaşayarak ödedim elbet günahlarımın kefaretini
Hakkettim başıma gelen bütün belaları. Çıkıp
Gidiyorum bu ölü bedenden, üniformamı başkasına verin
Gülün muhasebesini tutan kalem böyle yazsın deftere:
Borcum yok kimseye; ipeği eğirdim, esvabı diktim
Perişanlığa tahammül etmeyi öğrendim
Alacağım var sana gelirken karşılaştığım herkesten
Ezberlediğim yalanlar yetmiyor artık aşkı anlatmaya
Yoruldum, bıraktım meçhûlü kurcalamayı
Bıktım eksik taraflarımı şikâyet edip durmaktan
Sokakta benden daha yakışıklı suç dolaşmıyor

Tanrım, hayatın kendisi elbette büyük eziyet
Biteceğini bildiği her yola başlıyor yine de insan




KETUM

Bir kadının simsiyah saçları kadar uzun uzadıya
Susmayı becerebilen kimse var mı aranızda?

Diyelim ki gün ışır ışımaz
Hepinizden daha esmer görünüyor tenim. Belki de
Doğuştan engelliyim ipliğe düğüm atmakta. İhtimal
İğne deliğinden göğü görmekte bu yüzden zorlanıyorum
Çok geç fark ettim kelimelerin jiletten keskin ağzını
Ve gırtlakta patlayan seslerin
Alfabede olmadığını okullarda öğrendim
Doğuştan ölmem gerektiğini bayrak uğruna
Ben küçükken, babam baba iken
Anneler her kapı gıcırtısında kara haber beklerken
Beşikler postalla devrilip tıngır mıngır
Her baskında develer tellal, pireler berber
Sizin dedeleriniz dâhil herkes iş başındayken
Tarihte kahraman olma piyangosunu
Hep üniformalı memurlar kazanırken... Duyduk,
Çatırdama sesleri geliyor toprağın derinlerinden
Kimlik kontrolü başlayınca işin aslı anlaşılıyor
Bir tek sert yerlerinden kırabiliyor
Coğrafyanın dağları ve nehirleri… Her tarih,
Eninde sonunda kendi çöplüğüne dökülüyor
İnsanlar ne kadar büyürse büyüsün
Akıllarında çocukluktan kalma aynı soru:

Efendiler,
Aranızda ilk aşkı ilk ihaneti olan var mı?



TEBDİL-İ MEKÂN

Yokluğun karşısında el pençe duruyor haddini bilmezin biri
Ardından dayanamayıp sonuna dek açılıyor hiçlik kapısı

Kokusundan tanıyabiliyoruz artık birbirimizi
Serinliğe oturup cehennemin terini siliyoruz
Kimseye göstermeden eksik yanlarımızı
Anne dilinde ağlayabiliyoruz bir tek

Mümkün olsa da gebe kalsak geçmişte bir güne
Gürbüz çocuklar doğar elbet tarihin sert döşeğinde
Acı sütle emzirmeye başlarız yoksul ağızları
Memelerin ucunda bekleyen acemi tat; su ve nebat
Merhamet esirgenmez coğrafyanın kurak dudaklarından

Ölülerden korkmayı bir tarafa bırakalım
Defterden usulca siliniyor yeryüzünün çıplak sureti
Hiç olmazsa son defa söyleyin, bilelim
Tek başına nasıl yürür insan zamanın üstünde?
Rüzgâr, farkına varmaz mı denizin yorulduğunun?
Vakit gelip dayanır kapıya. Kumla tazelenir abdest
Yaşlı çamaşırlar külle çitilenir. Anlarız
Eskidikçe dünyaya bakmakla yetinmez gözler
Yeniden yaratmak ister gördüklerini. Şimdi
Bir köşede saçlarımızı taramaktan başka ne gelir elimizden

Usul,
Önünde bunca zaman beklediğim kapı her daim açıkmış
Uzatılan eli tutmakta cahil olan benmişim meğer



ELÇİ

Ben cenneti her daim kendi içimde buldum
Ruhumu yakacağım cehennem bulun bana

Kimsesiz mihrap, yeşil minber, yekpare mermer
Lime lime olmuş cemaat, nefesi eksik evliyalar
Her taraf alev ve ateş; kesin emirler fokurduyor kazanda
Zebaniler anlaşmayı bozmuş. Sayfayı çevir; bak, ıslahevi
Yangınları kalıba döken uçsuz bucaksız bir haddehane
Kapat kitabı: Günah eritme potaları, haram üfleyen körükler
Soğuk hava deposuna istiflenmiş ayak kokuları
Şoklayın tırnakları, sevap defteri bildiklerini söylesin
Manzara açık: kesik parmaklar taşıyor buz tutmuş şelaleden

Sakallarım durmadan murdar uzuyor
İnsanları tanımanın yan etkisi olsa gerek
Çocukken işlediğim suçları üst üste asıyorlar bıyıklarıma
Uykumda sayıklayarak af diliyorum meleklerden
Vaktin gelmesini beklemekten başka işim kalmadı ömürde

Herkes emin adımlarla istikbale doğru yürüyor, yürüsün
Türbeleri tavaftan yoruldum, bıktım taşlara yüz sürmekten
Tapınaklara sırtımı dönüp sana doğru koşmaya başlıyorum
Biliyorum
Mümkün değil emekleyerek ulaşmak sahibimin yanına
Kendimden eminim; başka yere gitmeyeceğim, buralıyım

Sevgilim, sen de gel giysilerini çıkar, çırılçıplak otur karşıma 
Tanrı bir tek senin yüzünde durmadan görünüyor bana




CAN-I CANAN

Çamurdan yarattığımız bu bedene ruh üfleyecek olan kim?

Senin kokun elbette, yeryüzünü insanlara sevdiren
Elbette senin sözün
Bu sahtekâr âlemi değiştirecek tek cesur çığlık

Çantamda üçkâğıtçı rehber, cebimde sahte kimlik
Elimden gelse oracığa gömeceğim soysuz yalan torbası
Güvercinlerin sırasıyla boğulduğu Yusuf kuyusu
Zeytuni, taklacı, hünkâri; şebap ile ispir bağdadi
Topuğa batmaya hazır deve dikeni
Dağ başları, tekinsiz kurt ulumaları
Birbirine sürtününce alev alan dalların kuru parçaları
Yılan ıslığı, yarasa kanadı, minare gölgesi. Anlıyoruz
Aradığımız tanrı değil, tanrıya giden yol
Alfabedeki ıslak harfleri
Sırasıyla yapıştırıyoruz bahçenin çitlerine
Gizli bir dilde anlaşmaya çalışıyor başak taneleri
Başka çaremiz yok; mevsim kıtlık kıran
Koklayarak tanıyacağız birbirimizi bu zindanda
Elbette ilkin senin sesin duyulacak sabahın serinliğinde
Bu haşarı dünyayı ıslah etmeye uğraşan
Senin adın kaplayacak insanların sığmadığı boşlukları
Korkmayacağız geceleri mezarlıkta dolaşmaktan
Sana gelen ıssızlıkta yürümekten çekinmeyeceğiz

Aklımızda kalan balçıktan bir hayat hikâyesi
Çaresiz, içimize üflüyoruz son nefesi




EMANET

Çocukluktan kalma bir heves giysilerimi parçalıyor
Kim bilir, sabaha nasıl ulaşacağım bu soğuklarda

Sevgilim, seninle paylaştığım zaman
Ömrün tek mükâfatı bana. Uyurken
Üşüyen hâllerin geliyor aklıma; sırtının çıplaklığı
Öpüldükçe şımaran, şımardıkça büyüyen meme uçları
Kendini kelimelerle koruyan dudakların... Sevişirken
Dünyaya meydan okuyan çığlığın... Korkma,
Ben elbette yürürüm sonuna kadar
Ucunda senin durduğun hasreti
Kollarım senden başka kime sarılabilir ki zaten
Tenimi kaskatı kesen düşkırımlarında. Bırak,
Kim nasıl isterse öyle yaşasın kalan günleri
Umurumda değil yüzlerdeki uyduruk şefkat
Elbet, pazarda satılan merhamet kırıntıları
Üstümüze yapışmış sefil ahlak kuralları
Çamaşırların altına saklanan meziyetler. Yurdumuz yok
Yangında bizim ateşimizle yandı mahçup mabetler
Biliyorum, edepli durdukça
Avucumuza yeni bir felaket daha sıkıştıracaklar. Bak,
Yenilgiyi tarif eden sözler ağzın kıyısında çürüyor
Koltuğumuzun altında ipek atlaslara sarılmış zahmetli sır
Terledikçe kasıkların arasından göğe fışkıran hararetli su
Ensemizde ölü hücreleri yakışıklı kılan baharat kokusu
Büyüdüm, sıcağa da soğuğa da alıştım
İlk iş, kimlik kartımı yırtıp attım şehrin çöplüğüne


Üşenmedim, ıssız rüzgârlara astım iç gömleğimi





HAMUŞAN

Katilini affeden bu hoyrat da kim?
Bu ölüler neden hiç konuşmuyor?

Sokağın her köşesi buz tutmuş
Bir araya toplayın dünyanın bütün günahlarını
İstatistiklerde, milliyetine göre ayrılacak yetimler
Öksüz ve mağluplara ayrı yatak hazırlayın koğuşta
Ruhumuzu avutacak bahaneler bulalım
Çekip gitmeliyiz bu dağınık şehirden
Talan edilmiş hayâllerden kurtulmamız gerek
Bak, gök çığlık atıyor yüzümüzü görür görmez
Mendillere ateş ediyor gözü kara adamlar
Kuş cıvıltıları havalanıyor arka cebimden
Çaresiz bir hâlde bakıyorum senin olduğun tarafa
Ellerine, alnındaki çizgilere, dudak kıvrımlarına
Gerçek adımı arıyorum anlatılan hikâyede
Avucumda ürkek ve yaşlı bir efsane 
Sana doğru fırlatıyorum terli sözcükleri
Yaşamak istediğim yerlerin girişine
Korktuğum insanların adlarını yazıyorum

Tanrı ve devlet, tanrı ve devlet; tanrı, devlet ve aşk

Sevgilim, sıkıldım ortalıkta dolaşan bunca yalan dolandan
Kendime doğru koşmaya başladım
Bu coğrafyada sığabileceğim tek ülkeye
Yangını başlatanlar yıkıntıların dibine çömelip
Benimle birlikte ağlamasın bir daha




RÜTBE

Hava soğuk, yiyecek yok, mühimmat tükendi
Muskaların içine koyup ısıtın asker künyelerini
İnanması imkânsız haberler kaplamış meydanı
Kan donduran rozet iliştirmişler kaputun yakasına

Sevgilim, senin yanına uzanmak isterdim ben
Yaz sıcağında, öğle vakitleri, azgın ten rengiyle

Yeryüzünü çıldırtan bir gülüşü vardır bebeklerin
Haydi, gülelim; sevinsin tüm ağız, dişler ışısın
Epeyidir bekletip durduk okunması gereken duaları
Binelim cenaze arabasına; tabuttaki ne kadar tanıdık biri
Yüzü nasıl da benziyor gençliğimize
Kursakta sıkışmış mermi çekirdeği, hayra yoralım

İlkbaharda
Tutuşmuş mektup ucu gibi kokmak isterdim ben
Bir kadının koynunda, taze fesleğenlerle birlikte

Bir dostun yanında uyuyabilirim kaygılardan arınıp
Bir ağacın altında bekleyebilirim kavuşma vaktini
Serçe havalanır, tavşan kurtarır kürkünü tuzaktan

Hiç olmazsa bu sefer böyle bitmeli anlatılan masal

Ansızın yanık nüfus kâğıdı olup ölüyor acemi ordular
Vurulup alnının tam ortasından, şark cephesinde



İSTİHKÂM

Geçit törenlerinde parçalanan bedenleri avutacak
Sokak oyunlarını bilen var mı aranızda?

Herkes ortaya çıkarsın cebinde sakladığı oyuncağı
Azıcık da sahte gözyaşı, plastik utanç
Biraz merhamet dağda kıvrılıp yatan keklik için
Yaşamayı kesintiye uğratan uygun adım marşlar

Evin balkonunda kendi boyuna yetişmiş çiçek
Saksı içinde büyütülmüş şarkı nakaratları
Bir ninni, kelebekler rahat uyusun diye uydurulmuş
Unutmayın sakın, kemikli etler şarapla terbiye edilecek
Defne kokusu eklemeyi unutmayın manzaraya

Dikkatli olun, buradan sonrası başkasının vatanı
Mesai saatlerinde yasak bölge
Marşlar ve vurulmuş bayraklar içtimada
Muharebeden kurtulanlar yaralarına merhem sürüyor
Savaştığı sipere gömüyorlar şehit düşmüş ayıpları
Bir anne sevgiyle bakıyor vurulmuş oğluna
Gelin, kalbimizde yatan kötürümleri ayağa kaldırıp
Böyle bakalım biz de, asfaltta sürüklenen cesetlere

Hatırladım nihayet küçükken oynadığımız oyunları
Devlet
Tek atışta yere seriyordu halkların yoksul çocuklarını




NAKİL

Tarihin vakitsiz bitişinde coğrafyanın elbette suçu vardır

Zaferler üzerine söylenmiş şarkıları çıkartsak dilin içinden
Kış, oldukça sert geçecek dağlarda sevişenler için
Cebimizde kayıp evlat hikâyeleri, zarfı açılmamış mektuplar
Bir de babalarla birlikte sulara gömülen şehirler
Güle oynaya gittiğimiz savaştan torba içinde dönüyoruz
Arkamızda kendimizden başka kanıt bırakmadık

Çocukların kesik bacakları anlatılır masallarda
Eksik parmaklar, titrek kollar, ipte morarmış boyun
Tek başına uzayan kahraman tırnaklar
Ölülerin kolunda sepet, beden salınarak yürür arastada
Türbe duvarında yanan mumu bir an önce söndürün
Yanlızlığına dönsün meleklerin cinsiyeti
Dikkatli olun, tanrıların da anlam veremediği
Tuhaf yazılar asmışlar evliyaların başucuna
Kâhinler fazla meraklı; sır, kendini son yenilgisine saklıyor
İçimde ne varsa dünyaya dair, alıp götürüyor bu telaş
Yanık sözlerle tarif ediyorum ağzımdaki tuz tadını
Kurtuluyorum kemiklerimi parçalayan hastalıktan
Mahallenin talan edilmiş tarafı örtüyor kadınların yüzünü
Sevişmeye dair ahlak yasalarını siliyorum elimdeki kitaptan
Kala kala kırgın hatıralar kalıyor koynumda
Bir de, gençlik yıllarında uyuyan geçmişe taralı saçlar

Tarih biter, coğrafya yenilir, suç elbette uygun marş bulur
Karanlığın içinde siyahı aramak düşer payımıza




KARIŞIK RÜYA

Bir aşk borcum vardı kendime doğarken
Elimi çok sık sürdüm bu yüzden tüylü yerlerime

Bulun getirin eğri hançeri her neredeyse
Etimize sapladığınız çivileri çıkarın
Kırın ve alın şişedeki mesajı
Okuyun, ne yazıyorsa içinde
Hazırız hakkımızda verilmiş fermana
Yorulduk gurbet şarkılarını sık söylemekten
Coğrafyanın her köşesinde istenmeyen misafir olmak
Ürkütüyor bildiğimiz duaları
Ağıtımızı yakacak nefesler tükenmiş
Tanrıyı kandırma derdine düşmüş münafıklar
Bizi ıslah edecek yeni söz bulması gerek usta kalpazanın

Mezara kadar sabredin, dönüşte bir eksiğiz nasıl olsa
Senetlerin altındaki imza bana ait değil. Ellerim dâhil
Alacaklı olan herkes utanmadan yalan söylüyor mahkemede
Bir kadın, çıplak omzuna acımasız erkek kafası yapıştırıyor
Ordunun kurmay heyeti kumarda son defa kaybediyor vatanı
Korkuyorum elbet bedenimi kaplayan çıbanlardan. Nedense
Yarayı kemiren kurtlar gözlerini çevirmiyor başka tarafa

Bu kadar korkak olma, çıkar kılıfında paslanan bıçağı
Kes at kökünden akrebin kalbine saplanmış iğnesini
Elini de çek artık tıraş edilmiş yerlerinden
Ödeşmiş olmalısın hayatla. Şahadet ederim ki
Aşk dâhil, bütün borçlarını ödedin kendine fazlasıyla




SADIK RÜYA

Ahali sana mecnun diye sesleniyor, sen aşksın oysa

Yıkık duvarlara, kuru ağaçlara; söze ve gırtlağa
Tutuşmaya hazır çalılara yasladım sırtımı
Yerlerinde durmazlar diye sokak adlarını ezberledim
Gurbetteki komşum yurdundan kovulmuş şarkılar oldu
Farkını ödeyip inancımı değiştirdim kalabalıktan biriyle
Uyansak anlamaya çalışacağız elbet olan biteni
Yüzümüz yara bere, bileklerimizde derin çizikler
Kabadayıların yumruğu cesur ve sert
Rüyaları hayra yoracak müneccimler kayıp
Kadınlar, memelerinden uzak tutuyor şahsiyetli acıları
Erkekler, değişik bir dil daha biliyor para kazanırken
Çocuklar, tuhaf renge boyuyor yepyeni oyuncakları
Bebekler, farklı dine inanıyor hava soğuksa
Köpekler, kediler, güvercinler; zırh kuşanmış ordu komutanı
Yalancı bir masal kahramanı olup birlikte yürüyorlar savaşa
Yaşadığımız hayatın yüklü faturasını uzatıyor veznedar
Gözünü kapatıp ölü numarası yapıyor başucumuzdaki saat
Çekip alıyorlar yine üstümüzden edep yerlerini örten örtüleri
Öpüştüğümüz yatakların rengini unutmak ne büyük şans
Çıplak bir meydandayız; cemaat, deliklerden içeri sızıyor
Alacak verecek bahsini kapatın, ödeştik hepinizle
Utandığımız ayıpların sebebini 
Bir daha sormaya kalkmasın kimse ellerimize

Mahalleli adımızı yanlış söylüyormuş, aldırma
Doğrusunun ne olduğunu bilen yok nasıl olsa




KOLONYAL CİNAYET

Silahın tamburasını hızla kurdu piyadelerin başkomutanı
Vaktidir, düşen tetiğin tık sesi de duyulur birazdan

Balık sepetindeki çürümüş kokuları yiyor kediler
Kaptan siyah tayfalara temizletiyor teknedeki günahı
Mahzende gezgin zamanlardan kalma sözlük ve kement
Saraylarda kök boya, şato yakınlarında çerçeveli renk
Mağara dibinde saklanan yeniyetme peygamberler
Ağaç kovuklarına istiflenmiş diş tıkırtıları
Büyük ihtimal, titrek alevler de söner yakın tarihte

Buradan başlıyoruz: Eşit olmaktan. İlk işimiz bu
Pagan taş parçası bütün duvarı ayakta tutuyor
Biz, inanan tarafız. Münkir olan kuşkucu rüzgâr
Aramızda kalsın: İnancı zayıflamış çiftçiler
Tek başlarına da mutlu olabilirlerdi bozkırda
Hayra alamet değil şehrin bu kadar kalabalık olması
Konuşmalardan vergi almaya kalkmasaydı eşyanın ruhu
Tanrıyı binalara hapsetmek aklına gelmeyecekti sermayenin
İmparator, terk etmeyecekti en yaşlı sömürgesini

Tetik düştü, mermi ilerliyor; obüsler de ateşlenir az sonra
Ceylanların çığlığını duymaya başlarız üç vakte
Dikkatli olun; avcı, farklı renk üniforma giymiş bu sefer
Her patlamada altını ıslatan misyonerleri kenara çekin
Kraliçe ibadete başlayacak birazdan sanayi tezgâhında



RASATHANE

Herkesin derdinin büyük olduğu dünyada
Adreslerimiz kayıp, sermaye zayıf, cepte üç kuruş
Adımız silinmiş yıldız haritalarından
Çantada kuru ekmek; tahin, pekmez
Elimizde tehlikeli tarafları gösteren pusula
Kayığın rüzgârdan gayrı yoldaşı kalmamış
Suda yürümeye kalkan peygamberlerde itikat zayıf

Açtım gözümü ve vaat edilmiş âlemi gördüm
Işık ve karanlık birbirine geçmiş
Isınacak yuva arıyor hayır ve şer
Bir ipucu olsa anlayacağız; kim zalim, kim mazlum
Sımsıkı kapadım yüzümde taşıdığım yetim ifadeleri
Bildiğim dilleri çalı çırpıyla örttüm
Sözcükler üşümesin, yaprak serpiştirdim seslerin üstüne
Bahçede gördüğüm ne varsa unuttum, soğudum kendimden
Çare yok, göğün payına düşen bu kadar
Kuşların kursağında ne kalmışsa onunla beslenecek bulutlar
Dikkat edin, gezegenlerin adı da değişecek günün sonunda

Hayatı yenmek mümkün değil, bunu anlamak gerek
Su akacak; gün bitip gece başlayacak
Çocuklar doğarken yaşlılar uyuyacak
Kural bu: Olduğu yerde eskiyecek hatıralar ve gökyüzü
İnat etmeyi bırak, ölüm mutlaka kazanacak

Gelin birbirimize yükselen burcumuzu söyleyelim
Belki bir işe yarar kalbimizin falına bakmak için




SÖZ MENDİLİ

Bütün bu kırgınlıklardan sonra
Sığınacağım bir yurdum olmalıydı

Yürürken çekilmiş fotoğraflarıma bakıyorum
Kıyıda köşede ağrıyı yedeğine almış koltuk değneği
Uçuruma hayranlık duyan çakıl taşı
Etrafa saçılmış susam kırıntısı
Ruhu pazarda ucuza satılmış yarım yamalak ses
Kim bilir hangi gurbet kabul edecek bizi içine

Desem ki:
Ateş olup yak, rüzgâr olup uzağa götür
Yağmur olup toprağa bırak bedenini
Sonsuza gönderdiğin zarfa pul yapıştırmayı unutma
Kurtul artık kendini hapsettiğin bu zindandan
Yık ruhunu korumak için ördüğün duvarları
Sakladığın yerden ortaya çıkar
Tüm evreni baştan çıkaracak delilikleri
Bunca zaman sana yoldaşlık eden güvercinleri doyur
Çiçeğin suyunu ver, dökülen kanın bedelini öde
Kimsesizliğe gidiyoruz, herkesten uzağa

Biliyorum sevgilim; yol uzun, gece karanlık
Mahalleli, ipini çözüp ortalığa salmış azgın korkuları
Vitrindeki mankenlerle sevişmek için sıraya girmiş ahali
Farkındayım, sana varmama daha çok vakit var




SERENCAM

Kadınlar sevdi seni, sen de kadınları sevdin
Mutlu oldun, acı çektin; üzdün ve üzüldün

Zor da olsa kabul et artık: Yenildin
Bunu çok geç anladın, kalabalık oldun kimileyin
Eksildin hiç ummadığın zamanlarda
Seçimlerde tuhaf renkli partilere oy verdin
Çalgıcılar
Notaya dökülmüş sözleri beyninden içeri üfledi
Tanıdık esnaf tek tek eksildi sokak aralarından
Dükkânlar veresiye ışıklarını erkenden söndürdü
Cemaat en çok yenilgiyi yakıştırdı sana

Kulakta kiracı işitme cihazı, gözlerde fanus
Ayrılık mektuplarını iğnelediler göğe
Terziler fark etmedi; dikiş yerlerinden kanadı bulutlar
İşin içinde olmasak biz de inanmazdık: Bacakların arası,
Saten örtülerin üstünde uzun müddet çırılçıplak savruldu

Saçlar ağardı, yüzün kenarları sarkık, dişlerde çürük çarık
Seslerin günden güne kalınlaştığı da aşikâr
Sevgili izin verse, eller son kez doyasıya sevecek memeleri
Ardından uzak duracak zamana emanet bedenden
Mahallenin kapısını kapatıp terk edecek şehri

Daha çok rüzgâra benziyor şimdi geride kalan ömür
Kadınlar da, çocuklar da, sen de…



UFUK ÇİZGİSİ

Ahali bunu böylece bilsin: Yenilmedik
Yenilmiş gibi bakıyoruz sadece dünyaya

İşine gelen herkes karşımızda durup yüzümüze gülüyor
Kazanan katta oturuyor her daim komşular
Her şey acele: ayrılıklar, uğurlamalar, veda sözcükleri
Matem ve ağıtlar
Bilen yok, hangi dağın taşıyla örülmüş bu keder
Yumurtadan çıkan serçe meraklı:
Bizden önce ne olup bitti bu işveli dünyada?

Kimseye söylemeden gitsem ırmakların öte yanına
Pasaportumda geçersiz renkler olacak
Ölümden bu kadar korkmasam
Tehlikeli sokaklarda daha rahat dolaşacağım
Göğsümde
Yetim gömlek gibi suyu sızdıran sancı
Karşımda
Yediğim her yumrukta zafer çığlıkları atan bir halk
İçimde, işlenmemiş suç gibi saklıyorum seni
Yalnızlığı da bu yüzden seviyorum işte
Kendinden başkasına zararı olmuyor insanın

Mahalledeki herkes biliyor nasıl olsa; Usul, sen de bil 
Bu sefer de kaybeden taraf ben oldum. Bak
Nasıl da kahraman adımlarla çekip gidiyor sevgili



İRFAN

Ateşin gittiği âlemi merak eden gölgeler çekilmiş mutfaktan
Aşçılar, is tutmuş kazanın dibini avuçlarındaki külle ovuyor

Sırtımı dönüp yürümeye başladığımda anlayan kalmadı
Boş meydanlarda ne yaptığımı. Bilen yok
Konuşanı olmayan dillerde neden ağladığımı; elbet
Çıplak taşların soğuğuyla yüzümü neden yıkadığımı
Her yenilginin ardından
Issızlığa saklandığımı da kimseye söylemedim

Yol uzadıkça daha çok süslüyorum aklımdaki hayâlleri
Kömüre dönmüş kuş kanatlarıyla aşıyorum dağları
Ürküyorum yoldaki işaretlerden, kendimde konaklıyorum
Oysa dikkatli baksalar
İnsanlara inanan bir mermi bulacaklar şakağımda
Herkesin cebinde taşıdığı bıçak, benim etime saplı
Kuşkuyla kesecekler itaat kapısında önümü

Paramparça bir hayat işte elimde kalan
Çağıran senin sesin, bildiren senin sözlerin
Gözümü kamaştıran senin ışığın
Bu davet senden başkasından değil
Cehennemin her yanı üstüme tapulu bir tek

Doğuştan kara kuru adamdım, işim yoktu sofranızda
Dünyanın tek doğrusu olsam da
Biliyorum, masalın sonunu merak eden kalmadı içinizde



İNŞA

Çekip gidin bu viran binadan, duvarların kendine hayrı yok

Ağrıtmıyor artık ruhumu hiçbir şey ve
Kedilerin kalbime basarak akşam yemeğine yürümesi
Rahat olun, akvaryumda arıza yok
Balıklar nefes almaya başlar birazdan

Mutfaktan sızan vanilya kokuları
Eksik tarihin insana verdiği en güzel armağan
Hane halkı, ilk bakışta babalara zimmetli
Dolabın altında oğullara ilişkin ağır kuşkular
Annelerin dilinde her rüzgârda aynı kaygı

Arada durmayın, savaşacağız; kalanla yetinmeyi öğrenin
İsterseniz, kesici aletler de katılabilir kavgaya. Nasılsa
Mezarlıklarda arabulucu olarak kullanacağız duaları
Unutmayın; hatıralar, çiçeklerin olduğu vazoya konacak

Arkamı dönüp kurtuluyorum çektirdiğim fotoğraflardan
Mümkün mü bu, emin değilim; istemesem de kalıyorum
Eziyetin bu bölümünde. Sonunda öğreniyorum
Ölüler, arsızca büyütüyor kavruk çocukları
Gülün dallarına asmaya başlıyorum dertlerimi
Evin girişine kederli işaretler çiziyorum sebepsiz yere

Siz de çıkıp gidin artık bu eğreti bahçeden
Nereye isterseniz oraya kurun kutsal devletinizi



BEYAN

Şehirler, anneler ve sözcükler geç öğreniyor işin aslını

Gömlekleri ütülemek gerek, iş görüşmesi başlayacak
Toplantıda peçetelere sileceğiz elbette uysal bakışları
Suçu kabullendik; kavgaya hazırız, korkumuz yok
Payımıza düşen neyse öderiz, kaygılanmayın
Karşımıza kim çıkarsa onunla dövüşeceğiz
Dilsizlerin söylediği şarkılarda anlaşalım ilkin
Mekân kapanmadan namuslu gülüşlerle helalleşelim
En yakın komşumuz kadrolu tek düşmanımız
Sıralayıp dağıtalım kartları, şanslı olan kazansın
Belli ki kumar, kaybedeni kalbimize gömeceğiz
Tarihte sığınacak köşe kalmadı, saat erken
Çiçeklerin tane fiyatını öğrenelim; belki işe yarar
İki beyaz karanfil, birkaç kırmızı gül; mezatta servi çamı
Uyuyanları yıkayıp uğurlamak yetiyor teneşir tahtasına

Tasarruf ettiğim acıları erkenden harcadım
Kendimi korumak için sakladığım sabır tükendi
Taştan topraktan zırh diktim üstüme
Göğsüme fazladan açılmış iliği geç de olsa düğmeledim
Uzaktan bakıp durdum rezilliklerime

Suçu ben işledim elbet, ben yürüdüm kapınıza kadar
Merak eden varsa bilsin:
Gölgesi yeryüzüne vuran katil, benden başkası değil



KURAK RENKLER

Koyu renkli kadınları seviyorum, anneme benziyor hepsi
Annem kadar esmer, annem kadar kederli bu topraklar
Devleti yok hiçbirinin; hepsi kendi yurdunda yabancı
Hepsi gurbette doğuruyor çocuklarını
Hepsinin halkı bu mahallelerde yas tutuyor
Elbette bu ülkede öldürülüyor hepsinin kocası

Yanık renkli kadınları seviyorum 
Annemi hatırlatıyorlar bana. Annem
Akşamdan ıslatmayı unuttuğumuz nohutlar kadar sert
Fazla pişmiş ekmekler kadar kumral; bunu biliyorum
Bütün bir yüzyılın yetim zamanlarını
Oğul olarak yanı başında yaşadım onun
Kelimeler, annem kadar sabırlı
Ağır adımlarla çıkıyor merdivenleri ah ile vah
Bakışlar, belki de bu yüzden kahverenginin en ağır abisi

Kavruk renkli kadınları seviyorum
Gülümseyen edeple bakıyor hepsi hayata
Sesleri, dolapta bekleyen tencerelerden insaflı
Tekmil bereketi kullanarak çağırıyorlar komşuları sofraya
Soylu acıların ayrılmaz parçası oluyor kısık ateşte patates
Bebeklerin ellerindeki muhacir çalgılar
Bir tek çıplak tende çalıp söyleyebiliyor bildiği şarkıları

Kara renkli bu eziyeti seviyorum. Sorgusuz sualsiz
Temize çekiyor içimde arsızca büyüyen sefaleti



YEDİEMİN

Çocuklar,
Annelerinize dikkat edin
Onlar, tanrının yeryüzüne ilk armağanı

Şaşırmayın hemencecik olan bitene
Uzun kış gecelerinde gizli bir el
Ayaklarını sonsuza uzatmış evlatlara meyve soyar
Birbirine dolanmış bağcıkları
Kapı aralıklarında ütüler dişi kediler
Vakti kalmışsa seccadelerin baktığı tarafın
Dönüş yollarına asfalt döker duanın sonunda
Tespihler, usulca fısıldar dertlerini boşluğa

Tırnaklardan beyne ilerleyen sinirleri köreltin
Sabah tıkırtılarının kahvaltıdan daha önemli işi var mutfakta
Tenhada kimsenin bilmediği dilde anlaşır
Çaydanlık takımı ile ince belli bardaklar
Vakit ezanları bebek sesiyle fırlayıp çıkar yataktan

Her kadın, tarihin kuytuluk bir köşesine çekilip
En kahraman, en mazlum, en uysal ulus olacakken
Tutup oğul imparatorluğu kurarlar evin her yerine
Siz şımarık şehzadeler, oflayıp puflayarak girdiğiniz mezarda
Arkanızı toplayan anne varsa geçer not alırsınız meleklerden

Çocuklar,
Tanrılara özen gösterin
Onlar, annelerin hepimize son emaneti



MENZİL

Evladı gelecek diye
Cenneti boşuna silip süpürüyor telaşlı bir anne

Geç kalmadık, anlaşmamız gerek
Kavga vakti, eller tetiğe rehin; sıkın patlatın cerahati
Kokuşmuş balçıkla sıvayın çopur suratlarınızı
Fedailer, yaralarını deşip kanatsın ortalıkta
Her nasılsa ihanet bütün koşuların tek birincisi
Işığa pervane olanlar pahalı zevklerle değiştiriyor hayatını
İçli şarkılar söylüyor mutrip son model araba koltuğunda

Dindar halkın elinden kıl payı kurtulmuş
Lanetli kavmin peygamberine benziyor yüzüm
Gülün kapısı sıkı sıkıya kilitlenmiş ardımdan
Gezindiğimiz bahçeler ergen katillere emanet
Çul çaput giyinmiş komisyoncular ateşi harlıyor
Aynı renk bere takmış günah ile sevap
Ayırt edilmiyor şimdi ile sonra arasına sıkışmış alametler
Kim bilebilir zaten kutsal emirler arasındaki önceliği
Ruhumun bir türlü sığmadığı bu coğrafya
Bir uçtan bir uca benim olsa neye yarar

Tanrım, geçip gitti içimdeki heves
Terk ediyorum bana uygun gördüğün isimleri
Kalan yolu sahipsiz yürüyeceğim
Annem biraz daha bekleyecek; beklesin
Dağınık kalsın süsleyip durduğunuz yeryüzü cehennemi
Umarım; kendim dâhil herkes affeder bir gün beni



MİLAT

Telaşlı, ürkek ve acemiyim
Bir an önce annemi doğurmam gerek

Toprak aceleci, çekip gidiyor bulutların altından
Tohum, vakti gelmeden çıkıyor gurbete
Sıkı sıkıya sarıyorum bedenimi kundağa
Derinin üstünde düşmeyi unutmuş göbek bağı
Ağızda oynaşan süt dişleri, tencerede hedik kaynıyor
Beşikten yuvarlanan ilk kelime ayakları yerden kesecek
Önlük cebinde koca bir ömür bekliyor bizi
Emekleyerek öğrenilecek elbet
Her nerede saklanıyorsa kucak dolusu şefkat
Yeryüzüne fasulye taneleriyle yazılacak
Babaların gençlik yıllarında kullandığı kod adları

İlkbahardan sonbahara geçiyor ansızın hava durumu
Ahali meraklı: Ne olabilir yükselen çığlıkların sebebi?
Nereden çıktı şimdi bu cenaze?
Kaldırımda durup bizi alkışlayan kim?
Perdeyi üstümüze örten hangi mevsim?
Kuşbaz, güvercinin başını niçin ayırdı gövdeden?
Dağların yerini değiştirmek kimin fikri?
Toprağın işi suyun akışına yardım etmek
Kayık kör cahil, nereden bilecek nehrin aktığı yatağı

Bu kadar mesele etmeyin hayatın hayhuyunu
Öğrenin artık, anneler herkesten önce ölüp
Bir çırpıda çözüyor zorlu dünya dertlerini




TEVHİT

İnsanın annesi ölür mü gerçekten, mümkün mü böyle şey?
Tanrıların mezara girdiği nerede görülmüş?
Telaşlanmayın hemen
Serçeler de kapatıyor gözlerini bazen yorgunluktan

Uyanınca bahçedeki otları yolduk ilk iş
Vakitsiz çiçekleri topladık dağlardan
Lacivert gece, beyaz karanfil ve parmaklarımız kanadı
Baktık; ruh bitkin, tenden çekilmiş takat. Toprak,
Kuraklıktan dert yanıyor ıhlamur kokusuna
Kırık dökük bir ses sofraya çağırıyor evlatları
Durmadan boyu uzuyor yokluğun. Geç fark ediyor insan
Kemikler, asma dalından kolay kırılıyor. Kimse bilmiyor
Ana kucağından sonraki her yer gurbet oluyor çocuklara

Hayatımızın ortasına kurulmuş çarşıda
Bizden başka alış veriş yapan kalmamış
Sokak başını mekân tutan tezgâhtara inanacak olsanız
Herkes kendinden önceki birinin
Eksik bıraktığı ömrü bitirmeye çalışıyor
Yağmur başlıyor apansız, ayıpları örtüyor çamurun akarı
Terziler yıpranmış acıları tamir ediyor bir köşede
Meydandaki saat kulesi derdest ediyor kalan zamanı
Cemaatin önde gelenleri
Niyet ettikleri yere zorla gömüyorlar duaları
Anlıyoruz, meğer insanın annesi gerçekten ölüyormuş
Mümkünmüş böyle şey; inanmayacaksınız ama
Bir şey olmamış gibi her akşam uykuya dalıyormuş yeryüzü



DIŞ KALE

Bu murdar ömrü kendinize benzetebilirsiniz
Damarlarınızda dolanan kindar hayat
Size benzemekte zorlanıyorsa

Sesimiz rüzgâra, yürüyüşümüz dağlara emanet
Beklerseniz eğer serinlikte, uysal nehrin kıyısında
Uykuda; kürek başında, okyanusun en derin yerinde
Doğum ıslaklığı çepeçevre sarıp sarmalar çeperleri
Eriyen kar suları bozkırda at süren yağmura karışır
Sonunda akışkan renklerle temizlenir evin her yanı
Sokağa çıkma zamanı, kafa darbesiyle yırtılır zar

Gelin, paslı telle bağlayalım dünyanın iki ucunu birbirine
Göğün deliklerinden geçirelim elimizdeki ipi
Vakit varsa, inancımıza yakın mabetleri ziyaret edelim

Çocukların sırılsıklam kendine âşık olduğu
Büyüklerin aynalardan medet umduğu bu evde
Aç pencereyi, bırak uçup gitsin parlak renkler
Süslenmesi gereken ülkelere gönder malı mülkü
Uçsuz bucaksız çöllere yürüsün çimlere serili örtü
Koltuğun kenarında bekliyor nasıl olsa demli çay
Elektrikler kesiliyor, eşyaların içi karanlık
Şükür, bedeni kuşatan uysal sıcaklık
Daracık mağaradan size doğru bakıyoruz

Görür görmez tanıyoruz ait olduğumuz yeri, şaşırmıyoruz

Eşyaların kiri kaplamış insanların üstünü başını




İÇ KALE

Kumlara karışmış en küçük parçan olmalıydım senin
Saçlarının dibi kaşındığında tırnağının ucu mesela
Ekmek yapmak için ocağa odun dizerken
İşe yarasaydı keşke ateşe dair bildiklerim

Dizinin dibinde uyuklayan kedinin hırıltısı olmalıydım
Geceleri, elmacık kemiklerini görünür kılan mum ışığı
Cüzdanın kuytusunda saklanan yedek akçe
Yastığın içine dikilmiş uğurlu düğme
Uzun uzadıya yolculuklara çıkan bacakların mesela
Yoksul dünyayı emzirmekten
Durmadan emzirmekten yıpranan memelerin

Ayrılmaz bir tarafın olmalıydım senin
Koyu karanlıktan güneşe çıktığında
Kırpıştırmak istediğin kirpik ucu
Dudağın kıyısında ömür boyu duran utangaç hilal
Kimselere haber etmeden kapıda bekleyen eksik bakış
İçli aşk şarkıları söylemeye başladığında
Ağızda yuvarlanan kısık sesler
Daldaki meyveyi almak için en alt basamak
Uzaklara gitmek için atlas yelken
Sen ne olmamı istersen onu olmaya razıydım ben

Artık işe yaramıyor kalabalıklardaki varlığım
Anlıyorum; senin içinde senin yokluğun olmalıyım ben


ABDAL

Her sevgilinin ayrı sesi, ayrı kokusu olmalı. Yerini
Yurdunu yakacak kadar âşık olmalı insan aklındaki hayâle

Yolun büyük kısmının bittiğini söylüyor konu komşu
Büyük ihtimal menzil de görünür birazdan

İşim kalmadı okullarda öğretilen inançlarla
Resmi binalarda başlayan yangın umurumda değil
Üzülmek gelmiyor içimden vitrinde duran acılara
Adıma açılmış hiçbir davada savunma yapmayacağım
Bütün derdim içime saklanan tanrıyı bulmak
Öğrendiği ilk kelime, ilk günahı olan soysuz benim
Yağma benim evimden başladı, isyan eden söz bana ait

Başıma gelen belâyı sevmediğimi kim söyledi size?
Sıkıntıyla barışık olmadığımı da nereden çıkardınız?
Üstüme giydiğim dertlerin renginden size ne?
Çektiğim eziyeti benden almanızı
Beni avutmanızı kim istedi sizden?
Zahmete sırtımı dönmek istediğimi
Cefadan memnun olmadığımı nereden çıkardınız?

Annelerin yarım yamalak okşadığı çocuklar
Elbette yavaş yavaş ölür doğum günlerinde
Cesaretiniz varsa söyleyin, bilelim; yolcu
Sonu kendi topraklarına varmayan yürüyüşe nasıl başlar?


SIRÇA

En çok gülerken özlüyorum seni
Mutluyken eksik oluyorum en çok
Utanıyorum gözlerimi ışık içinde yakaladığımda

Sensiz rezil rüsva olacağımı
Benden iyi biliyordun. Öyle de oldu zaten
Tereddütsüz dayandın bu yüzden ölümcül ağrılara
Ben tuttum insanları seninle ölçüp biçtim
Senin güzelliğinle kıyasladım dünyayı
İçimdeki kurak toprakları, çorak yurtları
Sulak ülkelerden çok sevdim. Çaresiz,
Dağların kör yılanı olmaya razı oldum

Ortalıkta öylesine gezinen ceylan yavruları
Ağacın dibine sırtüstü uzanmış ürkek tavşan
Çitlerin kuytusunda boynu bükük keklik… Bak
Üstümüzde dolanan serçeler de unutmuş adımızı
Renkler, sesler, ışıklar, sokaktaki kokular
Gökyüzünde yaşlanan buhar kütleleri
Bedene yakışmayan bu can
Çekip gidiyor herkes kurulmuş saatin içinden
Yas tutmaya yanaşmıyor akrep ile yelkovan
Tekme tokat sokağa atılıyor ağırbaşlı mendiller

Senden sonra pek de bir şey gelmiyor elimden
Paslı kevgirle taşıyorum hâlâ evin içme suyunu


LAHİT

Açın yelkenleri, içine sığacağımız ülkeler fethetmeliyiz
Mağaza vitrinlerini çekip alın gözümüzün önünden
Bunca zaman aradığımız cehennem siz olabilirsiniz

Harabelerde oyalandık bir ömür
Elimizde gümüş saplı kazma-kürek
Kutsal mekânları deştik durmadan
İnançlı parmaklar şehvetli sözler kazımış duvarlara
Korkaklar mağaraya saklanmış; kararlıyız,
Bakirelerle sevişeceğiz piramidin içinde
İmparatorlukların kesintisiz zaferlere ihtiyacı var

Küçüktük ve mesai saatleri dışında
Kahramanların kemiklerini çalıyorduk şehir müzesinden
Define avcılarından öğrenmiştik: İnsan
Yanında götürmemişse tapınaklarda da bulamıyordu tanrıyı

Gelin el ele tutuşup boylu boyunca uzanalım toprağa
Bakın, yüksek basamaklı sahnede ne güzel anlatılıyor
Yuvalarını yakıp yola düşen kuşların efsanesi
Karanlıkta bu kadar sık okşamayın hatıraları
Ölüleri çok sevmeyin, yaraya tuz basıp susmayı bilin
Mayalanmış ekmeğe salça sürüp doyuracağız kalbimizi
Çocukların ellerinden zorla almak gerekecek mucizeleri

Deniz bitti, gün ekşidi, fedailer üstümüze yürüyor
Derleyip toparlayalım yelkenleri, üstümüzü taşlarla örtelim
Son kazdığımız bu çukur olabilir asıl yurdumuz



KADİM

Büyümüş olsaydım benim de haberim olurdu bundan

Yemek yerken nereli olduğum anlaşılıyor
İçtiğim sudan cinsiyetimi tahmin ediyor ucuz fahişeler
Yürüdüğüm yoldan, konakladığım şehirlerden
Soyum sopum, tarihteki kırışık düşler, ayıplarım
Törenlerde ön sıraya oturmak için gözlerimi ütülüyorum
Çığlığım pürüzlü, derimin rengi tehlikeli
İbadet için kutsal marşlar ezberliyorum okulda
Mağazada kollarıma yakışan giysi bulmam gerek
Nikâh salonunda en ücra köşeye yerleşecek sesim

Tutup
Saten bayraklara sarıyorlar intiharı. Topal komitacı
Devlet başkanının kalbine boşaltıyor mermileri
Haritaların altını kanla çiziyor parçalanmış bedenler

Tombaladan hangi millet çıkmışsa payıma
Sorgusuz sualsiz kabul ediyorum
Kurtulamıyorum yine de kasıklarımı şişiren günahtan
Yanlış tarafta olmayayım diye
Mahalleye taşındığım ilk gün önlem alıyor komşular
Adımdan önce
Yaşadığım yılları sorguluyor mahalle muhtarı

Büyüdüm mü; sanmıyorum, belki de hiç büyümeyeceğim
Yaşlanıyorum sadece boş zamanlarımda


ASHAP

Sevgi acemisi beden yanlış anlıyor okşamak için uzatılan eli
Çürümüş elmayı dişliyor tavşan, kuşun ağzında bozuk tat
Niyet kâğıdına üzgün surat çiziyor mahkeme başkanı
Kalem kırılıyor, son sözler eksik, davayı erteleyin
Herkesin kendi diliyle okuması gereken dua
Dağın eteğinde bekliyor bir başına
Mağaradaki şarabı gizli saklı içeceğiz bu kış

Umutsuzca bakıp durma önündeki karanlığa
Sıkı dur, çocuk ölülerine basarken ürkme
Bırak, sazın telleriyle boğsun mutrip
Şarkıları tek başına söyleyen sevgiliyi

Ayrık otları yerleşiyor tarlaya; yapacak pek bir şey yok
Ekmek bayatlayıp peynir küfleniyor
Yalın ayak yürüsek kuru yapraklar eziliyor alt katta
Kanepede oturan insanların yüzleri asık
Tarih boyunca nehir kıyılarına saklanıyor avcılar

Kim ne derse desin kendimi küfürle yarıştırıyorum
Yitip giden inançlarım oluyor her seferinde
Gün bitiyor, emekli bekçi sokağın ışıklarını usulca kapatıyor
Meydana bakan pencereleri cinayete şahit yazıyorlar
Ömrüm, usulca selam verip bitiriyor ibadeti

Çek artık elini ateşten
Sen dâhil, kimseye yakışmıyor bu kadar eziyet


ŞATTÜLARAP

Babaların erken ölümünde tarihin bağışlanmaz suçu vardır

Mümkün olsa bir gözden diğerine uzatacağız kirpikleri
Karşı ülkenin çöllerini el yordamıyla geçecek köstebek
Lastik ayakkabı giyen halkların siyatiği azgın
Sahra çadırında savaşa hazırlanıyor aşiretler
Ağrıları kesmeye yetmiyor enfiye kutusu

Yorgunuz; acımızı anlatırken kullandığımız kelimeler
Ekmek almaya yetmiyor, heybenin ağzı mühürlü
Seyyah da bilmiyor, kervan ne saklar hörgücünde
Çoraplarımı çıkarmadan giriyorum kupkuru suya
Parmaklarımı keskinliyorum saçları taramak için
Bu öksüz coğrafyada vakitsiz yeniliyorum
Pusulasız hâline ağlıyorum kum deryasının
Kapılar kilitliyken de duyuluyor komşunun hıçkırığı
Durun, yaşadığınız felaketleri anlatmadan önce
Biraz soluklanın Arabistan’ın eşiğinde
Büyümüş olsaydım ben, öyle yapardım

Babaların vakitsiz öldüğü doğrudur. Çok eskidendi
Hatırlar gibiyim, tuhaf gıcırtılar geliyordu tekerleklerden
İki nehir aynı anda kurumaya başlamıştı evin ortasında

Anneler hangi tarafı tutardı böyle bir kavgada
İçimizde bunu bilen olmayacak hiçbir zaman


GECİKMİŞ ISLAH

Herkes kalbine üflesin ahlaksız korkularını

Başkasının kapısının önüne atın kabahatleri
Tanıdığınız bahaneleri eve çağırın
İnsanların tenimizde açtığı edepsiz yara yerlerini
Ucuz sevaplarımız örtsün

Merhametli bir geçmiş yanıyor yatağın öteki ucunda
Biliyorum, sonu kötü olacak hikâyenin
Kurbanın boynundaki sicim
Elinde bıçak olanı boğacak ilkin
Bir an önce soğutmak gerek koltuk altlarını
Cevaplar nerede saklı, bilen var mı?
Kedinin mırıltısını dinleyip
Köpeğin uysal bakışlarına dikkat kesilelim
Bir an önce bulmak gerek kilidi açacak anahtarı
Mahkûm zorda, geciktik; kurtarıcımız ortalıkta yok
Kendimizden başka çare kalmadı
Kesik gırtlağı mavi ibrişimle dikip
Kanayan damara tuz basmak gerek
Bakın ve görün; tahammül avutmuyor beynimizi
Şişedeki iksir kâr etmiyor hastalığa
Ayağa kaldırın ellerinizi
İşe yarasın camlardaki parmak izleri
Çekip giden kahramanları tutmaya çalışın
Bakın ve görün, kardeş olması muhtemel bir gölge
Zifiri karanlığı demliyor bahçede
Çoban terk etmiş sürüyü, otlak sahipsiz
Kuzu arsız; köpek, önüne gelene sırnaşıyor
Suya bırakılmış sepetin içinde
Erken öldürülmüş baba, geç kalmış oğul
Kendine oyuncak arayan kutsal ayıp
Karşı kıyıda
Elimizi tutmayı çoktan bırakmış yol gösterici
Kuyuda ihanet, mağarada sabır, yolda düşkırımı
Ciğerlerimizde kısa boylu nefes
Etrafı sebepsiz yere voltalayan isyan
Zincirlerinden boşanmış inkâr ve cehalet

Bu böyle olmayacak: Kapanmayacak yara
Ayıplar asla bırakmayacak kavmimizin peşini
Günahların bedenimizde açtığı kanlı izlerini
Örtmeye yetmeyecek her sabah ödediğimiz zekât

Ortalığa saçıp durmayın artık içinizdeki rezillikleri
Edep yerlerinizden uzak tutmayı öğrenin insanları



SEVGİLİ

Dağların, nehirlerin, buruşuk kâğıtların üstüne
Kurşun kalemle kendi halinde gökyüzü çizsem
Bir avuç dolusu kum, bulutların altına
Açık kahverengi boyayla tepeler, maviye yakın deniz

Taşların bir ucunu ok, diğerini mızrak yapıyor birisi
Celeplerin işine gelmiyor etten paylarına düşen taraf
Kuru otlar kaplıyor tarlayı
Sarraflar, sadaka kutusunda koruyor servetini
Bacakların ortasında çıplak tene dair ahlaksız istekler
Sahte peygamberlere yetmiyor takvimde kalan günler
Eceli gelen tanrı mutlaka ölüyor

Kavga etmeden yaşamak mümkün mü bu hengâmede?
Ekmeği yemek, suyu içmek; sıra gelirse çiçeklere
Koklamak renkleri incecik limon kabuğunda
Miskin köpeğin yanına uzanıp boylu boyunca
Mümkün mü yıldızlara başka gözle bakmak

Sonbahar gelip geçmiş; bahçe kapısında fırtına izleri
Mevsimler daha sık değişiyor akşam üstleri
Hava durumuna güven kalmamış
Çömlekçiler bu kadar kırıp dökmeseydi keşke çamuru
Kemiklere yapışan acıyı söküp atmak mümkün olsaydı
Büzülüp iç içe girmeseydi morarmış damarlar
Zaman, yan yana gelme hakkı tanısaydı son kez
Sana, bana ve elbette boynu eğik her söze

Urgancılar, bahar aylarını çıkarmışlar ip balyasından
Çuvalın bize bakan tarafı kök boyayla süsleniyor
Günebakanlar söğüt gölgesinde soluklanırken
Hayvanlar koklayarak buluyor yönünü
Avcı, pahalı giysilerinden tanıyor avını

Ölüme usul adımlarla giderken korkak olurdum
Kendimi sahipsiz sorulara asardım en çok
Boynumda kadife kaplı kızıl muska
Ağzımın kenarına takılı kalmış imkânsız şarkı:
“Milletim nev-i beşer, vatanım ruy-i zemin”
Sırtımda yorgun dünyanın günahı
Altı mürekkepli kalemle çizilmiş geç kalma hâli

Size bir gökyüzü borcum vardı, altında uyumak için
Biraz engebeli yollar; yürüyesiniz diye
Sevişmek için beden, öpüşmek için dudak
Yaşamak için elbet, ayaklarınızın altına serdiğim toprak
Taşlar, ağaçlar, çiçekler; börtü böcek
Kavuşmak için dil, inanmak için ruh, fark etmek için kulak
Eziyeti ıslah etmek için korku
Kayıp cevabı bulmak için renk renk insan yüzü

Dağlara, nehirlere, buruşuk kâğıtlara
Kurşun kalemle kendi halinde birkaç satır yazı yazdım
Belli mi olur;
Yolunu şaşırmış bir berduş merak eder akıbetimi

Hayatımdan başka utanacağım ayıbım yok benim
Bilinsin; ömrüm de bir ısrardan ibarettir



KAPI ÖNÜNE BIRAKILMIŞ TERLİK

Dünyanın merkezi neresi, aranızda bunu bilen var mı?

Hani nerede gömülecek mevta?
Cenazeye arkasını dönüp giden soysuz da kim?

Dikkat edin, kuduz ahali dar sokaklarda linç edecek
Karşısına çıkan cemaati. Mahalleli,
Farklı kahramanlık hikâyeleri anlatıyor birbirine
Yazık, gidenin kim olduğunu bilen yok

Yolculuk başladı, sesler kesildi, etraf sus pus
Kelimelerden gayrı şahit kalmadı ortalıkta. Herkes
Kendi ağıtı, kendi ameli, kendi nefesi ile baş başa
Bir tüy düşse göğün kanatlarından yeryüzüne
Elbette yurdumuzu talan edecek
Kelebeklerin dinmeyen çırpınışı
Çakıl taşlarının içmediği dişi sular dökülecek toprağa
İçinizden biri söylesin
Bütün ömrü esir alan telaşlı koşuşturmalar nereye gitti?
Oturduğumuz sedir neden durmadan terliyor?

Sofrayı toparla
Ekmek ve peynir ayrı dolaplara konacak
Kaşık çatallar üst çekmeceye; sapları dış tarafa bakmalı
Kırıntılar, bahçenin hakkı
Gözlere dokunmayın, derli toplu dursunlar yüzün kenarında
Zaman doldu; sırtını dön ve yürü:
Dikişsiz beyaz gömlek, yalın ayak; baş açık, beden pirüpak 
Teneşire kurulmuş kemikler ilk defa rahat
Keyfini çıkar son kez sahnede olmanın
Bilinmezliğin anlattığı öyküleri dinlemeye başla
Suda yürümenin sırrına vakıf ol, dalgaların fısıltısını yorumla
Koyu bakışları karanlığın ardına sakla, kapat ışıkları
Elbet sana vereceği bir ders daha vardır sükûnetin
Sandıkları kilitle ve anahtarları uçurumdan aşağı fırlat
Sahipsiz terlikleri kapıya koymayı unutma

Olan biteni bulutlar fark ediyor ilkin; ardından minareler
Herkesten önce pazar günü koşup geliyor tabutun başına
Pencereden olan biteni izleyen kedi
Bin yıldır peşinden koşturduğu kuyruğu nihayet yakalıyor
Kuşlar, kafeste tutulmalarının sebebini anlıyor

Senin çektiğin ağrıların gıcırtısı bu, tüm evreni kaplayan
Gel, saçlarını tarayalım yeniden
Kâğıt makasıyla düzeltelim kırık uçları
Tekrarlanmayacağını bilerek
Yanaklara yapışan öpüşlerin değerini bilelim

Beklenen oldu: İşte karşınızda haziranın sekizi
Çıldırmış yağmur esir almış sokağı
Nemli deniz göğü parçalara ayırmış
Irmak, korkuyla ıslah etmiş kavak ağaçlarını
Doğrulabilsek bir an yattığımız yerden
Bu deli ağrıyı tanıyan tecrübeyle dokunsak birbirimize
Belki daha kolay olacak tanrının derdini anlamak. Sanki
Aramızdan biri daha öğrenecek kimi soruların cevabını

Bütün bir dünyayı sevgiyle kucaklayacak bu kollar
Ayrıldıktan sonra aramızdan
Bütün bu öfkeyi, nefreti, küskünlükleri bitirecek nefes
Olmadıktan sonra âlemde
Biz kırgınlığımızı hangi kelimenin üstüne yükleyebiliriz?
Hangi sözdür ki o, bir anda ısıtacak olan içimizi?
Tutup koklamaya kalksak kuytulara ekilmiş reyhanları
Garip, fesleğenler bile kaçırıp duruyor kokularını bizden
Kendimiz istedik oysa
Kekiklerin dağlarda bir başına kurumasını
Dikenlerin parmaklarımızı kanatmasını biz istedik
Kalbimizdeki deliklerden sızan kızıllıktan
Şikâyet eden bu cahiller de kim?

Acı, acıyla kıyaslanabilir mi?
Ölçülebilir mi gerçekten aldığımız hangi soluk
Diğerlerinden daha sert saplanır göğüs kafesine
Söyleyin: Annelerin ölümü
Tanrının ölüsünden başka neyle kıyaslanabilir?
Bir anne gözlerini kapattıktan sonra
Nereye sığar hayatın geriye kalan sancısı?

Bak, bahçedeki biberler büyüyor
Domatesler boy atmaya başladı, böğürtlenler rengârenk
Gölgeler yeşil, vakitler kırık dökük… Asma yaprakları
Sarılıp sarmalanmış sofraya oturmayı bekliyor.
Yeşillikler taze; az daha bekletsek daldaki elmaları
Diş izleri, ağzı ıslaklığa boğacak
Yine de eksik olan bir şeyler var avluda
Dışarıda büyük bir felaketin ayak sesleri duyuluyor
Orada burada rahatça dolaşan rüzgârda tuhaflık
Yeryüzü, ikinci bir emre kadar boşaltılmış
Evlerin tümü taşınmış sokaktan
Caddeler tenha, pencereler ıssız
Kapılar sökülüp atılmış menteşelerinden
Tanıdık yüz kalmamış ortalıkta
Biraz durup dinlensek
Bu anlamsız güne hazırlanırken ruhumuz
Tutup son kez birbirimize baksak
Belki boşuna yaşanmış olmayacak bunca eziyet

Şimdi söyleyin, öğrenelim
Kurdun kuşun kısmetini çalmaya çalışan bu zalim kim?
Anlatın, anlayalım; nasıl bir rezil cesarettir ki
Ölünün terliklerini geçirip ayağınıza
Çıkıp gideceksiniz taziye çadırından?

Yağmur durdu, sesler uyudu, etraf inzivaya çekildi
Suyla korkutulan kuduz köpek de ayrıldı meydandan
Ve artık öğrendik hepimiz şu iki sorunun cevabını

Bir:
Dünyanın merkezi, annelerin kalbidir

İki:
İşte burada; karşınızda, dimdik duruyor gömülecek mevta




  

hiçlik kapısına asılı
KARANLIK ÇANI
(hamse mesnevinin dördüncü parçası)

Sedat Şanver

İletişim
sedatsanver@gmail.com

Baskı Öncesi Hazırlık
Yazı Kültürü

Baskı
Bassaray Matbaası
Sanat Caddesi, No: 1/5 Çamdibi İş Merkezi
Çamdibi/ İZMİR
0.232.457 71 48

Baskı Tarihi: 10.10.2016

Yazı Kültürü
Yerel Süreli Yayın
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sedat Şanver ÖĞE
Yönetim Yeri: Atatürk Mahallesi, 927 sokak No. 4/ 1
Bornova/ İZMİR
0.507.801 22 37

issn: 2146-5290-16

No comments: