Ben sizin bütün günahlarınızım
tutup bir türlü yüzleşemediğiniz
Bir yere gitmek için değil
Bir yerden gitmek için
“... Benim deli gibi mutlu olmama da, mutsuzluktan ölmeyi bile istememe de neden olabiliyorsun. Seni seviyorum. Bunu sana yaşadığım en büyük heyecan ve içtenlikle söylüyorum. Seni bir parçam gibi seviyorum.”
Mektup’tan
N. Kenti, 09.03.1994
Bir uzaklık olan Sevgili’ye...
Kendisi uzak, sevgisi hep yakın Oğulcuk’a...
Anıları bizi asla terk etmeyen ‘babalar’a...
Ve elbette
Haksızlıklarımızın değişmez tek muhatabı ‘anneler’e ...
Bu şehrin bize benzeyen bir yanı var
yaşadıklarımız uydurma
Bu yolu yürürken
elbette birbirimize yaslanacaktık
zaten yollardan gayrı kaç dostumuz kaldı ki!
GEZGİN VE KATİL
Uzaklara giden ses uzaklarda kaybolur
Yolun zulmü yolcuyadır
Büyük acılarla yürünür göç yolları
Erir toprak ayaklar altında
Bir kentin de üşüyen yerleri olur
Tek başınalık acıtır insanı
Solgun bir gözyaşı ansızın dökülür ayrılış sözlerine
ah, nasıl da dalgın olur insan bekleyiş kapısında
oysa mendilin kaçıncı konukluğudur bu göz ucunda
bu kaçıncı unutuşudur kendini sokak ortasında
bu kaçıncı son durağıdır
ah, bu yalnızlık kalabalıklar ortasında
ah, bu konukluk tüketiyor insanı
tut, üstüne gelmesin yeryüzü
Yolun hükmü yolcuyaydı
bu yetmedi, göğsünü jiletledi bir renk, yetmedi
vurdular
bildin
acı, ah dedi oracıkta
vurdun, birden kan durup dururken sözlerinde
söz aktı, söz aktı
söz aktı sızıldayan her yerden
al beni ne olur bu kalabalıktan, dedin
al beni yalnızlığımıza
büyük çocukları avutamıyor artık anneler
al
şarkıların sesi
ayrılığın soluduğu yanık kokulara benzemeden
bildin
önce bir tanrı eskidi; bir kitap, bir mucize
ve onların yalancısı bir peygamber
bir Zerdüşt, onun sönmeyen ateş kazanları
kendini durmadan göğe taşıtan bir kilise
vergiyle yalıtılmış bir ayazma, bir cami
bir şaman, bir tanrı misafiri, bir hain, bir kısas-ı enbiya
on bir kişilik bir yemek, artı bir uzak
belki unuttuğumuz bir havra, uzaklarda bir Buda tapınağı
gerçek bir tanrı: insan, hüzünlü bir keşiş, bir tarikat kokusu
yüreğinin gizlisindeki o bir ulus büyüklüğünde düş
o büyük çağlayan, o ucu bucağı görünmez ırmak yatağı
denizler, o gün doğumları, o bir sevda günahı
o bekleyişi haklı kılan kavga; o sevimli, o büyük kin
omuzlarında büyümüş bir çocuk gülüşü
ilk kez kusursuz bir ses yığını
bir zaman ayarlı bomba, bir ilahi söz taş üzerinde
ilk kez bir sesleniş yakın bir kavimden
-kavmin
yollarda büyüyüp düşlerini düzlükte yitiren kavmin-
kutsal bir ayrılık, inkârcı bir softa
çerçinin biri, antika düşkünü bir sarraf
eskidi, küçüldü; mal, can için ölümdü
ellerini alnına götürdün, sesin eyvah
az daha unutuyordun: yüreğin şuracıkta bir yerde
söyledin, dinlemediler; sesin eyvah, kırmızı
sesim eyvah
yola çık
Bekledin: değişen olur diye
belki bir dokunan olur diye düşlerine
bekledin: belki çarmıhın da bir sevabı vardır
elbet senin de anlayacağın bir dil bulunur
yola çık, toprağa dokun
yola çık, suyu dinle
yola çık, ateş seninle büyütsün tarihini
yola çık, uzaklar, elbette anlar dilinden
yola çık;
yol, elbette zulmündür.
Yola çıktın, unutmadın:
onu gördün
bir ırmak serinliği, bir ceviz tazeliği, bir toprak bereketi
onu:
bir yalnız, bir keşiş, bir havari, bir yasa koyucu
elbet tasavvuf ehli bir sonsuz yolcu
gördüm:
Tanrının kutsal yerlerinde tanrının memurları oturuyor
mezar taşlarının üstünde onlar yiyor cennet meyvelerini
kıbleler sonsuz bir kazanç
çan sesinin durmadan çoğalttığı mücevherler
onların ellerinde temiz
halklar durmadan çarmıha gerilirken
durmadan çarmıha gerilirken halklar
kâbeler köle tüccarı, kilise sütunlarında Afrika karası.
Unutma: mabetler yükselirken şehirlerde
insanlar su diplerinde boğulur.
Unutma: Tuz, gemi ambarlarında yakar ulusları
Yelken rüzgârları onların ciğerlerinden beslenir
Unutma: halkların vergisiyle parlatılır apoletler
Unutma: çarmıhta ölümü beklerken dilimiz şarabî
Ortadoğu çöl
unutma: kuytuluk yerlerde kan sızar sesimizden
unutma: her din kendi işkencesiyle karşılar peygamberini
onu gördün, biliyorum, unutmadın
bir kimsesizlik, sonsuza rüzgarla yürüdü senin ardından
yürüdün ve gördün:
Yollar çığlıktır gezgin! Bak:
iktidar göz yaşartıcıdır! Dinle:
ezilen halkların bahçesinde kırmızı öter güvercin! Bil:
sevgili parmaklar dokununca açar yürek! Yürü:
Sokağın sesi elbette yenecektir iktidarın sesini
yola çık, yaralı suda yıkan
yola çık, bakir topraklarda temizlen
yola çık, seninle büyüyen uzaklar
seninle kucaklasın kendini
yola çık, ateş bir kez daha sınasın kendi diliyle seni
yola çık
zulüm insan olup elbet bekleyecek seni her yol ayrımında
Yola başladın. Önce kendin. Sonra kardeşlerin
sonra katliamlar! Bunlar senin bedenin
bu ırmak, ezilen halkların bahçesinde. Islak
bu kesik baş, öylesine, son kez gülümser gibi
gülüşünü yüzünde unutmuş gibi
yanına almamış kör kuyu bakışlarını. Katı
hep böyle olmuş gibi
sahaflar, aktarlar, ırgatlar
bir gezgin: saklısında bir uzak
bir katil: ardında hep devlet
ve göğüste sertleşmiş keçe
Karadeniz’de benzetilmiş bir altıpatlar
Trakya’da günebakan toprağı
karşı kıyıda unutulmuş bir Kalimera
mayında bırakılmış bir evlat
Ermeni dilinde kıyım
Süryanice bir elveda
kuş dilinde “yeter artık”
ta ki
ezilen halkların bahçesinde
kırmızı kokuncaya dek güvercin
ta ki sevgili dilinde yeşerinceye dek hayat
Nesneler dilin durağanlığıdır gezgin! Otur
düşler devingendir. Su bu yüzden akar. Yıkan
söze söz
acıya acı
kavgaya kavga ekle
ama ihanet
bırak tek başına asılı kalsın gökte
bırak
bu çığlık sonuna dek götürsün partizanı kavgaya
yol
ancak böyle yaratılır
yol
ancak böyle başlatır kendini
bağır
çığlık bu
çığlık bu
çığlık
hiçbir kıyı yok
yola çık
Şimdi sen
Sen, şimdi kendini yangın sokakları sanacaksın
önceden yaşanmış bir zaman, küçük bir gülüş
kaçak sayılmış bir coğrafya
haritalara hiç tanımadığın bir sesle eklenen bir ova
adı değiştirilmiş bir yağmur
susmalara gizlenmiş bilgin
bütün ateşlerin yalana yanıp söndüğü
sürek avları, talanlar
ve bir ayin üzre konaklanmış sema sanacaksın
dönen dur, dönen dur, dönen dur bir mesnevi üzre
bir çelebi namazgâhı bil gülü.
Gül, bir Mevlevi secdesidir elbet.
Nice ki Tebriz
nice ki Şems
Sen nice ki Mevlana, nice ki Celaleddini Rumi!
Çünkü elimize düşen o bahar mihengi
ansızın bir sonra güne miras kalacak o hantal ay parçası
ve hiç olmayacak bir mısrayı birlikte yürümek
demek
mavi bir kuş sesi çeltik tarlalarında
demek
bir yağma daha başladı.
Korkma
dönen dur, bil
şehrin bir sorusu varsa
dağın elbette cevabı vardır, dönen dur
uç
Sen onu yangın sokakları sanmaya devam et. Sen onu
hüznünü mavzer kılıp gezinen eşkıya, yağız yüzlü mermi
sen. Köreltilmiş yas, göğe iliştirilmiş suret
sen onu
cepte yasak bir kitap, dudaklarda isyan bir ıslık
her an çekip gidebilir gezgin...
Sen onu...
Bil
söz eskir
ölüm aldatır insanı, sahipsiz bir bekleyiş olur
bak işte
böyle de yürünebilir
böyle de ölünebilir
belki
bir yurt daha eskir, yağmur yağar
efsane ilkin insanla başlar, efsane mutlaka insanla başlar
insanla başlar haklı olan her insan, sözle büyür
bir elinden tarih sızar, bir elinden onun bütün rezillikleri
bil:
Şehrin soruları oldukça, dağın mutlaka cevabı olacaktır.
Yola çık
Sabah. Serinlik. Şehir.
Kokusundan anlaşılan uykusuz bir sokak
Umarım tanıdık bir köşe başı, bir kavşak
bir ev, hiç olmazsa
böyle tek başına yürümez ağaçlar, seslen
belki bir duyan olur.
Konuş
belki dilini bilen biri çıkar
Sabah. Yükselen ışık. Kapısı aralanan gece.
İlkin karanlıkta tattığın küçük yalanlar terk eder seni
uzakta sesinden korktuğun birileri olur
bir uzağa daha ihtiyaç duyarsın anlamak için kendini
belki bunun için gözlemektedir uzaklar seni
bunu anlarsın: üstüne yıkılmış her borç kendinedir
bunu anla: sendendir giden her güzellik
anla: parçaladıkları bu yürek senin
sızan bu kırmızılık senin damarlarından
anla: bu ip senin için yağlanmış
bu bıçak senin için keskin
bu mermi senin için hızlı
anla: bu uzaklar senin için
anla: belki bir başka gün bir başka vakit
bir başka yerde olurum
bir de orada parçalanırım, taşlanırım, derim yüzülür
belki bir sevgili düşü olurum.
Sabah...
Oldu.
Yürüdün kendini. Bıraktıklarını hatırla:
bu bulutu daha önce de görmüştün, bu çimen serinliğini
bu dağı, bu toprağı da
ama sen bu insanı da, üstelik bu zulmü...
Belki bütün bunları söylemek için yaratıldın
ama dayanamadın, ekledin:
Kapıma bekleyişi yazdılar. Yetmedi, yalnızlığı yazdılar.
Yetmedi, korkulu yüzümü kazıdılar taşlara. Baktım
geride kocaman bir kırgınlık benimle duruyor
yüreğimde ışık olan ne varsa oraya bıraktım
ilkin tenden sızdı kan; yetmedi, tırnaktan ve topraktan
fahişenin namusunu temizlemek bana düştü, kırıldım
belki bir yararı olur diye
yol diliyle
yazdım:
Zürafaların boynu uzamak zorundadır.
Anladım:
bu kan durmalı
haritalar buraya kadar
bundan sonrası canavar
öyle ya da böyle
sevgilim topraktır
anla
anla:
sokaktan toplandı pazar eşyaları
sadece kokusu nane yapraklarının
sadece yıllar önce kendini terk etmiş bir kentin gölgesi
kasabalar, dedin
kasabalar, anne dilinde ‘cız...’dır.
Görmeye başla:
dayanılmaz aldanışlar, onulmaz sözler
gelip kapına dayanan bir ayrılık vakti
önce bir kırgınlık, bir şehir asla böyle terk edilmez
bildiğin veda kelimeleri yetmez
dönersin,
ne kadar az sevinç var yedeğinde
kırgınlıkların ne çok, dönmezsin
dönebileceğin hiçbir yurt senin değildir
yine de bak:
bu senin ilk düşlerin, yanına bir türlü varamadığın bir ses
bu senin ilk boyunbağın
ilk bununla öğrenmiştin ölülerin rengini
gördün:
her dost
her sevgili
yeni ve uzun bir yolculuktur.
Hayatı onlar büyütür: Yollar, acılar, sevgiler.
Bir şehir başlar ansızın, mutlaka bir insan
sen dönüp geçmiş denizlerinde bir ada bulmak istersin
Su biter. Yol başlar. Gör:
geçmişle hesaplaşır her aşk
bir şafak, bir serinlik, bir göl kıyısı
nasılsa unutulmuş bir çocuk düşü
bir baba ölüsü, bir sürgün yurt, bir kaçak söz
Yolun ortasında dur
Geldiğin ve gideceğin her yer aynı cehennem
Anla:
hüzün nedense hep ağır çekiyor yağmurlardan
Anla:
bir ayrılık daha bekliyor bizi yolda
Anla ve yürü bekleyene doğru
Bir ölünün yüzünde kendimize en çok benzettiğimiz nedir
nedir bizi kendi cenazemize gitmekten alıkoyan
Uygun adım marş!
tören kıtası hazır, silah sesleri
Komutanım, düşman yok, her taraf insan!
Gömülmek için siper kazılacak, kaz!
Erteleyelim
erteleyelim ne olur bu gidişi, kıt’a dur!
Gittim:
Gittim ve anladım.
Başka dile çevrilemezdi hüzünler
aşklar da, ayrılıklar da
herkes kendi diliyle öderdi gözyaşlarının bedelini
çılgınlıktı suyun fışkırdığı yere duyulan hayranlık
Git.
Gece ayrılıktır, saçlarını tarama
tırnağını kısa kes ama
mutlaka şarkılarını söyle sokaklara
seni anlayan biri bulunur elbette.
Her ne kadar
uzaksa da gece
öykünü bir gün biri yazar
ama acı ekler
ama sevgi ekler
ama mutlaka ayrılıklarla…
Yola çık
geleceğin bir ucundan tut
anla
beyaza yakın bütün renkler beyaz sayılmalıdır
kanın akıtıldığı yerlerde
acıya benzeyen seslerle söylenir türküler
biraz da bunun için korkulardır insanı insan yapan
biraz da bunun için bir taşra istasyonu her seferinde ağlar
her seferinde mendil bağlar gözlerine gidenin ardından
bırak
ateşte ve suda
ihanette
ıssız topraklarda, bir ucu sevgi olan gökte
gözyaşlarıyla biriken denizde
bırak
dağda, acıda, umutta, sevdada...
Dağ dağa, acı acıya, umut umuda
hesap sormada ustadır
Bil:
Sevda acemidir...
Bil:
Her acı, mutlaka bir yerinden kırılır.
Bu yüzden
bir tenhalıkta
tutar bir gülüş iliştiririz yüzümüze, kimse bilmez
tutar bir sevinç takarız göğsümüze, kimse anlamaz
tutar bir sevgili çizeriz gözlerimize
kimse görmez; yürürüz:
Yürüdün. Yılan kıvrıldı. Keklik öttü. Durdun.
Belki
insan unuttu kıyımları. Sen, onlardan değildin.
Bir ateşi çıplak tutup yüreğine koydun.
Kor, günahlarına değdi
yıka öyleyse kendini ateşinle, tenini sıyır etinden, gör:
gün, dönüyor. Bir silah sesi, kar fırtınası
ayaklar altında eriyen bir toprak
bir yoldaşın yanık sesi, masum türküsü, kara tütünü
Dedin:
Biz bu çiçeğe kanımızı verdik
ömrümüzle yazdık bu tarihi
yoldaşlarımızı toprağa bıraktık
İşte birinin daha aramızdan ayrılışı, bir çalı sesi, çıt!
Güzellik olan ne varsa
kendimizle ödedik bedelini
ucuz değil bunun için kavga
bunun için satılık ilanları yok hayatımızın üstünde
Deli olan bir yanım varsa çocuk
bir bombanın pimi
bir silahın tetiği
bir hançerin kabzası
ve ayaklar altındaki boynum
Deli olan bir yanım varsa çocuk
yola çık
bir yumruk
alnını soğukla sınayan çocuk
onun için bir yumruk gibi
bir inat gibi tutunuyorum dünyaya
onun için bir kavga gibi anlıyorum sevgiyi
gülen bir gözüm varsa bundandır
günü ısıran bir dişim varsa bundan
bunun için
Deli olan bir yanım var çocuk...
Dedin:
kimse ağlamayacak
gülüşler analar içindir. Gün dönecek
geceye sığın, kuytulara dikkat et, kendini koru
tüfeğin, mermin...
Seninle birlikte büyüyen sorular
Kınından çıkmış bıçak gibi yalnızlık
uysal bir çocuk sanki, eski sevdaları hatırlayacak kadar
ve uyanık
ateşi renk diye bilen
suyu tanıyan
yolları, uçurumları, dağları gören
rüzgarı ve kartalı
şimşeği, büyük yer uğultularını, inancı duyan
kendine dokunan
kınında olmayan bir hançer gibi
orada doğan
orada büyüyen
yollarda
bil
katliamlar
şehirlerde yapıldı
Tarih, hep sur dışındaydı
Dur
yine vuruldun
on sekizinde bir kan sızdı silahtan
Dur
kendini satamazsın üretim fazlası olarak
ansızın tutuklanır bir ev, acıyla yüzleşilir
Acıya katlan, dağlansın yaraların, ölüm uslansın
sen diren ve kaldır yiğit başını
gideceksin, kuşku yok, inancını çaldılar
kuşku yok, vuracaklar; şakağın büyük sığınak
ellerine sahip ol, parmaklarını koru, tırnakların düşmesin
senin bu, senin hayatla olan kavgan, vurulduğun
ama düşmediğin, zikrettiğin ve haykırdığın
toprak kokusu, direnç rengi
sevgiline dair ansıdığın son mermi
son dipçik tutuşu, son yasak bildiri, Celalî
senin bu, bıraktığın ve kuşkuya düştüğün
kavgasını başın üzre yürüttüğün, efsanelerin, Kürdî
senin bu, asla unutmadığın, Jîn
büyük bir direniş bu, senin bu, Mem
asla bir vazgeçmeyiş, Apé Musa
durdular, tarihini yaktılar, ansıdın ve dedin:
Toprağa düşen can topraktan gelmiştir
Kırmaya değil, kırılmaya geldik dünyaya!
Göğün ve tüm varlıkların istediği dünya
yalanlanmış kadınlar, beklenmedik misafirler
bütün bunların ardında bir sonsuzluk
bir sıcaklık, beklenmeye değer düş
Artık, bir menekşe eklenmeli öykümüze
Bir sevda kazınmalı ürkek tarihimize
yeni ülkeler, eski giysiler, dost sevgililer
inanılabilecek bir kardeş, bir pir efsanesi
ve bütün serçelerle birlikte kendi tarihine kanat vurmak
desem
inanılmayacak
serüven sanılacak meydanlarda yürümek
siren sesleri ilkin kendini korkutacak
uzak yaşamak
bir türlü kabullenilmeyecek
böylece
kimileyin geri çekilmek zorunda kalacak insan
sanırım bütün günah ezgiler de böyle başlayacak
Yolu yarat, seni seviyorum, şehri terk et
Unutma:
Sömürgecilerin vitrininde canlı yanar ışıklar
bir ulus, sözünde yakar kendini ilkin
ateş saçlarında sözcükler tutuşur
Unutma:
Direnişler tarihidir insan
partizan yürüyüşler bitirir tarih kitaplarının yoksulluğunu
cephe, insanın kendisi olur
Yürü:
İşte Vietnamlı bir kadın
kurşunların önünde yiğit.
İşte: bir Buda öğrencisi
bedenini ateşle sınayarak büyütüyor kendini
İşte: yeraltı sığınakları, büyük direnişi bizim çocukların
İşte: kirli ellerin onurlu boyunlarda ölümle dolaşması
İşte: büyük yürüyüş, büyük kavga, büyük onur
İşte.
Pirinç tarlaları kutsaldır, bir halkın özgürlüğü de.
İşte: devrimcilerin onurlu direnişi
Gör: işgalcileri
Yürü:
iktidarın olmadığı yerde güzeldir insan
kanla yükselmiştir saraylar
mermerleri parlatan terdir
saraylar, yetim ulusların solgun yüzleridir.
Gör:
tuhaf bir yalnızlık diktatörler
Yürü: mülkiyet yakılsın meydanlarda
Yürü: sevgi, devrimcidir; sen dağlısın
Yeryüzünün renkleri ilkin seninle bilinir
göğe çıksan bir ayağın topraktır.
Elbette
halkların bahçesinden toplanır ganimetler
Tören alanları, uygun adım marşlar, mermi paraları
oradan ölüler
oradan mezar taşları
oradan anaların çığlığı
bir yetim kalmışlık oradan
ayrılık, halkların bahçesinden derlenir.
Oradan bir çocuk düşü, ağıtlar, hüzün rengi, gözyaşları
bir gelinlik, bir ziynet eşyası, eklenmiş bir karanfil kokusu
bir ağıt, sonra bütün bir gelecek
orada gözleri bir umut Kürt anası
orada elveda sözü dökülür Süryani dilinden
orada Keldani bir çıkmaz sokak
dur, Rumca bir şarkı söylemek lazım şimdi
dağın terkisine kurmak lazım köyü
kavgayı unutma
oradan direniş de derlenir elbet
yeraltında bir Fransız, kendini ateş kılan bir Hindistan
taşlarda büyüyen bir Filistin
kâbenin şehrin dışına kurulması
kendi şarkısını kendi dilinde söylemek isteyen insanlar
Doğrudur:
Halkların bahçesine kurulur zindanlar.
Bütün kıyılar biter elbet
sonra büyük bir boşluk
elbette yol
Uzak bir atlıyı barındıran zamanlarda
bütün ayrılıklarda
kendini sağdığın toprakta
bir anlam soyunup koynuna girer.
Dur.
Bu ülke senin değil
kimse anlamıyor dilini
eğreti bir öpüş gibi duruyor ağzında sözcükler
Acısan, acına sarılacak kimse yok
düşsen, kaldıracak bir tek insan
Dur:
buralı değilsin sen.
Evet, pervasızsın, pervasızım
bizim gördüğümüzü onlar görmüyor
bizim yaşadığımızı onlar yaşamıyor
bizim direnişimizi
bizim sevgili kavgamızı
bizim gülüşümüzü
bizim yenilgimizi
Düş
sonra ezgi
sonra bir yüzyılın emeği ganimet
sonra dağın gölgesine sığınmış bir şarkı
şarap ve ay ışığının dallar arasındaki korkusu
ay yükselir, ben Rum’um
kalbim, yokuş aşağı doludizgin koşan bir yalnızlık
İhanet, kendi diliyle ödeyecek elbette her bedeli
Gör, bebek ölüleri akıyor, ürperiyoruz
yürü, hiç bu denli korkunç ve ağlayış olmamıştı doğumlar
yürü, silahlar işliyor işte yeniden topraklarımızda
yürü, aralıksız çalışıyor hafiyeler
yürü, bir perde çekilmiş hayat ile aramıza, gizleniyoruz
gör, ayrılık mendilleri var cebimizde
gör, çalıntı imzamı atabilirdim istedikleri yere
gör, çay içtik, bakıştık
elvedayı bilerek sakladık birbirimizden
Gördün: kimimiz uykudaydı
göğsümüzden çiçek adlarını koparıyorlardı
Yürü ve anla:
sürgünde bir çocuksun yeryüzünün bütün parçalarında
doğumun anlamlıydı, ölürken yüzün ışıldamalı
Sen bütün bunları önce beyninle
sonra elinle
en son dilinle anlatmaya çalıştın
duymadılar
anladın:
yollara çıkmalısın, yollarda ölmeye
Anladın:
sesin en uzun çığlıktır kışın ortasında
Dedin:
Hadi vurun artık en uysal yerinden yaralı hayvanı
sürek yağmurları dökülsün üstüne avın
yumuşak sözlerle anlatılmaya çalışılsın yaşananlar
Hadi vurun artık bu yaralı çığlığı!
Zaman öldürüyor seni Usul!
Oysa ayrılık
senin asi saçlarına hep asılı dururdu
hadi bir daha dene, savurmaya çalış anıları
nasıl olsa bir yerde yüreğini yedeğe alırlar
bütün bunları anlamaya çalış
Anlamaya çalıştın:
Bir ölüden hangi aşk sızardı ki geriye
bir hançer kalbimize, bir kılıç boynumuza
vurun
vurun hadi
Yaralı ceylanı en çok kanatan
onu seyreden ceylan değil midir?
Eğilip bir çiçeğe su verdin
dedin:
acılar bizim için değilse kimin içindir?
acıdın:
Ölüm kendini öğütür, seni tanır, beni sıraya alır
katlin sonradır, büyüdükçedir.
Şimdi efkâr dağıt, mermileri savur
başucunda gürlesin tüfeğin
demirin ve ateşle suyun büyüdüğü
bütün günlerin kardeşlendiği emek bilinsin
sen
işte sensin bu, düşün işte
sensin ve ucuz ölürsün altmış bin kişiyle Urfa’şima’da
sensin, usulsun, tanrısın
Anladın:
Gece, kadın örtüsüyle gizlenir günün ardına
ve raks eden semah eski bir yumuşaklıkla resmeder kendini
ölüm ikrar bilinir. İşte ikrar bilindik, senin
ve seninle birlik bütün dinlerin zamanı bu
yavaş ve basit. Öylesine çocuk ve taze.
O
Yavru.
Ve kesik ezgi.
O
Bala.
Ki hey! İkrarınla öleyim. Sen
yüksek
çığlık gecelerin karanfil tadı... Tüy nasıl uçuşur
hafif bir esintinin ritmiyle! Nasıl değer ellerine ellerim!
Öyle uysal, sessiz.
Yavru balaban.
Sen su içmeye ineceksin kıyıya. İşte ikrar
İşte buyruk: birlikte vuracaklar bizi. Sen
bir garip
bir uysal balaban. Ben
çılgın gecelerin karanfil tadı.
İşte ikrar: sen su içmeye ineceksin kıyıya
Düşün işte sensin bu
ve gittikçe ucuzlarsın namluların dilinde.
İnsen suya, ceylanlara koşsan. İnsen suya
ceylanlara koşsan.
İnsen suya...
Kuşkusuz birileri tanır seni
yeni bir duvar görene dek koşarsın
Sonra oturup ağla. İnsen suya, ceylanlara koşsan.
Sonra sevin
Bağışık bir gönlün var yenilgilere
Güne suçlu çiçeklerin bilinir
insen suya. Hiçbir kaptan anlamasa seyrini.
Sular unutulsa
Sonra ağla. Sonra sevin. Uzun uzadıya anlat kendini
ki mümkündür:
insen suya...
Düşün işte sensin bu
ve gittikçe ucuzlarsın ateşin dilinde
yanlış bir imlayla tüketirsin kalbini
Deneyimli bir yanlış olmaya kalksan
düşünmeye vaktin var. Sonra sen
hep kendini sorsan, kendini yanıtlasan
ki mümkündür:
insen suya
biri gülse sana
anlaşılmaz bir kimlikle tüketirsin kendini
resmin çizilir yola
Bil:
aydınlığa dönük yüzümle yaşadım bunları ben
bildim:
avuttuğum bu yürek benim değil artık
Ölüm segâh ve sürgün.
Hapishane duvarında yaralı gelincik
türkülenmiş sevgi ve erken bir matem tadı
durup sözün kendi sınırlarında öylece
durup kendini en saklı, en ayıp yerlerinden okşatan
ve öylece gezinen sipahi
ulufeyle büyüyen yeniçeri
kanla beslenen iktidar
eziyeti hak etmiş rezil reaya
ve başak tanesi, kum fırtınası ve gün doğusu
ve düzene bulanan korku
ve kıyıda yaşanan gün. Ve yitik
gibi.
İkrardır, durgun sular ve ölü mevsimlerce...
Devletin beylik silahlarıyla vurulduk o uzun düzlükte
kölenin efendiye saygısı olduk
ve sonsuz sözümüzü söyledik:
her isyan, kendi bedeninde çürür
taşlarda özetlenir her ölüm
dedik:
ölüm segâh ve sürgün
dediler:
Fırat kükremiş, turnanın umrunda mı?
Dedin:
İnatlaşan yüzlerimiz ve sevecen yüreklerimizle
dağılıp giden, kırılan bir şeyler var hayatımızda
güzellikle başlayan ve sürdükçe tükenen
hep eksik kalan ve kokusunu geleceğe süren
işte bu
bütün yaptığımız: uzakları umut bilmek
İşte bu
Ömrümüz: sokakların tenhalıkları
Bir rüzgar geçiyor üstümüzden
bütün tanıdık korkular gibi
hep yan yana ve uzak, öpüşürken öylesine ayrı hep
düşünmek için vaktimiz var oysa
daha bütünüyle silinmedik listelerden
kendi adımızın altını imzalayabiliyoruz
bizim için bir yer ayırıyorlar sinemada mesela
oturup konuşuyoruz, istesek denizi duyuyoruz
bir balığın pullarını kokluyoruz
bir vezneye yanaşıp para ödüyoruz
aylık hesaplarımız var, kefaletimiz geçersiz ama
kendimize yetmiyoruz
bizim yerimize de konuşuluyor
kararları bizim adımıza da alıyorlar
gazeteler yazınca biliyoruz oyumuzun rengini
Şimdi duyuyoruz:
dönüp dönüp vitrinlerle oynaşılmış
kendini bir mankene denk düşüren insanlar meydanlarda
adı konulmamış çocuklar
ve çılgın boyalar sürünmüş sokak afişleri
Sonra bana gülecekler, sonra gülecekler
sonra hep gülecekler
tenha sularda raks edecek semah
eski bir yumuşaklıkla resmedecek kendini
Yola çıkacaksın.
Yola çık.
Biz bu yola kendimizden başladık
uzaklardan başladık ilkin
senin çocukluğundan başladık sevgili
senin ufacık saçlarından ve hüznünden
dev hüznün senin sevgili
bir damla su olan bakışın
sana ait, senden sonra, hep bağırma isteği:
Seni seviyorum, şehri terk et
seni seviyorum, şehri terk et
Hangi yoldur seni eskiten Usul!
Yola çık, uzaklara çevir ruhunu.
Senin mekânın yok artık
Çocukluğun
inanılmaz bir büyümüşlük/ seni ey sevgili
orada, o uzak ülkede öpme isteği
Biraz bekle, cenazemi kaldıracaklar
duamı kendim okuyacağım
Hep bir yerlere yetişme kaygısı
yarattıklarına denk düşen bir ömür
seni, ey sevgili/ seni hep özlemek, sana değebilmek
seni, ey sevgili/ dokunsam, belki de un-ufak bir coğrafya
sırf yok olmasın diye bu aldanış
bir yerlerde ağlamasın diye bir insan
Seni, ey sevgili/ bak: bu, benim
bak, dokunmanın da bir dili vardır
isyan, en güzel dokunuştur sevgiliye
Senin ülken sensin artık, senin ülken çocukluğun
Bana uysal sesinle yeniden anlat.
Söyle:
hangi efsanedir yolu kaçınılmaz kılan
ne alıp götürür bir insanı kendi ruhundan
bir kadını ne düşürür sokağa bir gece vakti
hangi ayrılık düşüncesidir onu toprağından koparan
bu hançer, ay ışığında neden böyle parlar
dağın ateşini tutuşturan gerilla
onu çoğaltmak için neden kendini yakar
bombanın pimini çek
bombanın pimini çek
bombanın pimini
yola çık
hayat, tek başına da büyüyebilen bir çocuktur
Ölümün iz sürdüğü, yitirilmiş bir ömrün cennetinde
geciken giysilerimiz oldu, boyasız ayakkabılarımız
ayaklarımızda kar tanecikleri
ve sırtına mavzer yüklediğimiz
çocukluğumuz
isyan kokuları...
Güzel giysilerimizi gizledik, şen türkülerimiz sonrada
ağlayışlarımızda hayatla kesişen hıçkırıklar
düşlerimizde gülüşün tazeliği
Bekleyiş, belki de hiç silinmeyecek tarihten
eski evlerin, avluların unutulmazlığı
Kapı önünde bitkin duran zamanlar
hep o bir büyümemişlik
tandırlı odalar, dost sesler
ansızın şehrin boynuna dolanan bir ip
birden gözyaşı bir tarih
toprakta kan rengi her koku
beyaza yakın bütün renkler
demiştin
oysa
kanatlarını kendine vuran
ülkesini ateşe dayayan ve eriyen mumlarını
hiçbir zaman yakamayan
bir abartma tanrısı, demiştin
bir anı işte sana anılar arasında
bir bakarsın bir baba vurulmuş bir meydanda
bir bakarsın bir bekleyiş daha yetim kalmış
Yıldırımlarda, demiştin
mutlaka bir ağaç yıkılacaktır
gökyüzü senden utanacaktır mutlaka
sabi gözyaşlarından
giysilerden, gömleklerden, yazmalardan
İşte anılardan artakalan bir ağıt
Yıllar sonra da olsa
hep aynı çocukluk yıkımları
bir babanın vuruluşu/ hey!/ meydanlar
Söyle, anlat, konuş
de:
Yola çık, bir de seni vursunlar meydanlarda
Ve birden bir sıla
Ve birden bütün bir acının şiiri
Ve bir Ortadoğu
Elleri bahara değen bir sonsuzluk
Sevdaya gönlü düşen bir çığlık
ve hâlâ
Kale, taştan iki burç değil
Meydanlar da vurulsun
Hâlâ aklında nasıl tutarsın
kimse anlamaz
gizil sözleri ve hasreti
kimse anlamaz
bir toprak neden öpülür
bir yazı neyi anlatır başucunda
bir çiçek adı neden açmalıdır göğsümüzde
neyine vurgunsun mezarların
kimse anlamaz taşlarda seni çeken kokuyu
Şimdi rüzgâra ver ruhunu
anılar, yılları kanla geçiyor.
Yüreğini kan göllerine hazırla.
Bu/ senin en ateş günün.
Bu ses çağların bakir yorgunluğunu taşıyor.
Hatırla
ölümler senin çocuk ellerinle avuçlanıp
babaların göğsünden koparılıyor
Şakaklarındaki kızgın hançer rengi
ve kırık defne dalının yaşlı sesi yeryüzüne yayılıyor:
babamı vurmuşlar bir meydanda
bir efsaneyi bir sonrasızlıkla vurmuşlar
yetim koymuşlar beni/ hey!
Sen orda gölgesi kendini serinleten
bir mesnevi mısrası gibi büyüyorsun tek başına...
Ben burda
kendi kozamı örüyorum içine bütün acılarımı koyarak
Sen orda tek başına büyüyorsun oğulcuk
bir çınar gibi
ben burda bir ömrü törpülüyorum içimi kanatarak
Yüzüm ışıldıyor ne zaman aklıma gelsen
ne zaman seni düşünsem ay parlıyor
kendi rengini tanımaya çalışan bir su
akıp gidiyor aramızdan
akıp gidiyor su
bütün kumları alıp götürüyor ama giderken
Sen
Gül’dün oğulcuk
Yeryüzü gül’dü ilk kez.
Yürümek istedim bütün hüzünleri
yollarda bir yalnızlık daha aradım kendimden başka
tırmanmak için hazırdım sevgilere
dağlarda yağmur
gökte ıslık
toprakta ışıltı
derken
Sen
Güldün.
Çıkıp gidiyorum işte her bir yerden durup dururken
hep bir umut çiziyorum yolun sonuna
sana sonsuz sarılıyorum
asla duymadığın şarkılar söylüyorum uzaklara
tutup şimdi gözyaşlarımla yıkasam yüzünü
Ah, kimse bilmeyecek ayrılık neden acıdır
kimse anlamayacak neden gecenin yüzü soğuk
biz neden üşüyoruz böyle ateşler içinde
Sen orda bir çınar ağacı gibi büyü dur, tek başına
Ben elbette
bir mesnevi mısrası olup beklerim seni her yol sonunda
Ben sizin kapınıza yılgınlığımı bırakmak isterdim
en çok
kendimi kanatan sözlerimi
şarkıları bırakmak isterdim
hiç olmazsa yanık bir mektup ucu gibi
Ben sizin kapınıza kendimi bırakmak isterdim
Ben tuttum yitik bir evlat gibi yürüdüm
Yürüdüm geçtim gözlerinizden
tuttum bu yolu bir yurt gibi sevdim
Ben sizin evlerinize konuk olmak istedim.
Dedim:
Birbirimize acılarımızı gösterelim, kırgınlıklarımızı
sevinçlerimizi, ayrılıklarımızı
ve buluşma anlarındaki gülüşleri
bir kapı aralığına sıkışmış parmak morluklarımızı
göç zamanı geride bıraktığımız
çocukluğumuzun bütün anlarını
babalarımızın mezarlarını; ilk aşkları, doğumları
ölümden hemencecik sıyrılmış hıçkırıklarımızı
Gözyaşlarımızı birbirimize sürelim
gülüşle ıslatalım bir diğerinin yüzünü
bir korku bir korkuyla çürüsün
bir umut bir umutla beslensin
birden şehrin bütün ışıkları sönsün üstümüze
suyun zamanıdır, diyelim kendi içimizde buna
Birbirimize acılarımızı gösterelim, en zayıf yanlarımızı
Aşklarımızı gösterelim, yılgınlıklarımızı
Sonra çocuksu yanlarımızı
büyüdüğümüzde yanılgılarımızı
Düşkırımlarını, bir merdiven başı yorgunluğumuzu
Kapısı açık unutulmuş yolları
Sonra tutup birbirimizi yaşamaya mecbur kılalım
Diyelim:
Sen benden, ben ondan, o hepimizden sorumlu
Birlikte büyüyelim. Büyüyelim, büyüyelim. Ölürken:
birbirimize çıplaklığımızı, kimsesizliğimizi gösterelim.
Acırken sesimiz
Diyelim:
Sesin Usul, sesin yağmurlu bir sokaktır artık
Her suyun başında bir başka ıslanır
Anla Usul:
Senin yokluğun bu, düşe kalka büyüyen
sesine sessizliği işleyen
Ağaç bir dal verdi sonunda... Ey yaprak:
bir daha sustun, bir toprağa eğildin. Sen
dilin yaralandığı tek sözdün
Eğer süzülen bir şafağın ışıkları dökülürse
eğer gölgeler kirlenirse
Bir kurşun akıtılır önce. İnsanlar dizilir duvarlara
bir kadın gözyaşlarını bahara gizleyip
ilk ışıklara yaslar başörtüsünü.
Şarkılar söylenir, bayraklar çekilir göndere
Şimdi bırak
gecenin bağrına düşen sözlerin çözsün sessizliği
Bak! Bu yaprak benim, bu kurşun da ben
Bak! Bu yol da, bu yolcu da
Bak ve bil:
Kendime dokunuyorum, sana dokunduğumu sanarak
Anla Usul:
Altın taslarda kanımızı içiyorlar.
Anla:
Suyun öte yanına atar bir iktidar seni
bir ölüyü bir yanda bırakırsın, bir yüreği öte yanda
kalbinin yarısı fermanla gider
komşunun adını değiştirir hesaplanmış bir karanlık
bir adresi alıp götürür kül rengi bir yağma
caddeler cam kırıkları
kristal geceler, ayaklar altında bir hayat
yüzde belli bir korku, saklıda elbette kin
yağmur utanarak siler sermayenin kirini
vergi çıkartılır yolculuklara, varlıklısın
tarihin yağmalanır her kapı çalınışında
kapa kapıları, şehri terk et, yol anlar seni, bak
bir insan ancak kendinde başlayıp kendinde biter
dur
Her sevgilinin bir rengi, kokusu olmalı
bir yol, onun adıyla başlamalı; bir umut onun sesiyle
Sen burada
burada büyütmeye çalışırken kendini
bir kız orada, kıyıda
intiharı ömrünün bir parçası sayıyor
damarlarını bir broş gibi takıyor göğsüne
Her sevgilinin bir kanı olmalı
kanı büyüten upuzun bir boynu
bir yol, onun özlemiyle bitmeli
bir umutsuzluk onun sesiyle
O, orada
O, orada yok artık.
ağzının yarısında bıraktığı öpüş
en son kendine dokunan elleri
sonraya bıraktığı bekleyişi
ve çıplaklığı, kırgınlığı, acıları
Sevgili
ben sende senin çocukluğunu sevdim
ağlayışını, bekleyiş kapısında benden olan gülüşünü.
Tuttum yolları kokladım
her seferinde senin kokunu duydum
ölümün karanlık çadırında.
Bir kuş daha kan rengini tanıdı işte
ova sustu, suya düşen taş ürktü
şafakta
el-ayak birbirine karıştı
bir şehri
bir göğü
bir sevgiliyi
bırakıp gitmeye yazgılıyken
bak
bir kadın
dayanamadı kendi örtüsüyle gizlendi güne
ve ölüm
en uysal imgesi oldu onun
usuldan bulandı korku göğsüne
bütün hafifliği ve dağlı yazgısıyla.
Sensin bu, anla artık
Yalnız bir katliamda
ve onun durmadan büyüttüğü sayılarda
düşün ki sensin bu
şoseden patikalara atlayan ve diplerde bir yerde
-diyelim ki sızıda bir yerde-
bir yerde ve kuytuda. Düşün ki
sayısız kişilerden birisin ölümde bir yerde
Şimdi
okşarcasına ve öylesine uysal; tüy gibi. Şimdi
usulca süzülen karanlıkta. Ağır
Şimdi bırak kendini dağıtsın efkâr
sonra geciksin; gün, kendine bir sefer sayısı uydursun
Büyüme!
Büyümeyeceksin: Siyah bir mektupla. Yazgı değil bu.
Kırabilirsin. Kır.
Devlet fermanıyla büyümeyeceksin
Bağır:
İktidar dokunamayacak yalnızlığımıza
Bağır:
Komşumu kendi dilinde, kendi adıyla hatırlayacağım
Bağır:
Ermeni dilinde gözyaşı demeyi unutmadım
Rumca merhaba demeyi de biliyorum
Bağır:
Bir Ortodoks günah asla temizlenmeyecek yürüyüşümle
ama yaşlı bir Kürt kadınının ağıdı
hep öyle şivan rengi olacak
İşte ölümün
işte aşkın ve şiirin bilge çiçekleri, menekşeler.
Kendi esintisiyle oynaşan üveyikler
kanına susanmış ceylanlar
işte bitirilmiş toprak.
Bunlar senin tarihin gezgin
Elleri aşka dokunmamış bir kadın senin tarihin. Gün
dağlarda yiter. Suda görünür.
Silinmiş bir ömrün cennetinde salınır. Sen gelirsin
beklenmedik bir misafir gibi gelirsin
bilirsin
varılan her mekân, gidilecek bir sonsuzluk için başlangıçtır
unutma!
yola çık
Unutma:
Yola çıkanın yoldan alacağı vardır!
Unutma ve yürü gezgin
Aşklar ancak uzaklarla sınanır
dokunuş özlenir ilkin, tenin kokusuyla kamçılanır ayrılık
sarıldığın hiçbir anı yetmez yüreğinin avuntusuna
yetmez düşlere hükmetmek
sevgiliyi başucuna resmetmek yetmez
En anlamlı şarkıyı yol söyler:
Ah, o nerdedir şimdi
nerdedir o gülüş, o hayat nerededir
Ah, o ipince bir sızı olan bakış nerede
seni bir ömür söyleyecek o ses hangi dildedir
uzaktadır gezgin, başka dildedir
unutma
uzaklara giden sesler elbette uzaklarda kaybolacaktır.
ŞEHİRLER
Elbette İzmir’den başlanacaktı. Nazilli durağında istenerek durulmamıştı; ama kitabı belirleyen Sevgili oradan katıldı yolculuğa. Sonra kısa bir Ankara...
İstanbul’a, bir pazar günündeki yaz yağmurundan; özellikle de sema ayininden ötürü teşekkürler.
Urfa çok sıcaktı. Babamın mezarının önünde, ağlayarak; “Unutmak, ihanettir!” demiştim. Sonra bunun başkasına ait olduğunu söylediler. Herkesin bir mezar önünde ağladığını anladım.
Siverek’te biraz korkmuştum. Ama 1-5 yaşım arası Siverek’ini bir ciğer kebapçısında bulduğumda sevindim. Diyarbakır şenlikti. Belki bunun için kimse acı çektiğimi anlamayacak.
Sevgili yolu yarıda bıraktı. Saçları ufacıktı.
Sedat
SEDAT ŞANVER:
07.12.1963, Urfa…
Yayınlanmış Şiir Kitapları:
Dilin İsyanı (1985)
Aşiret ve Otomobil (1990)
Haremdeki Kadınlar (1994)
Gezgin ve Katil (2004)
Kendine Akan Su (2009)
(hamse mesnevinin ilk parçası)
Devletin Piç Yatakhanesi (2011)
(hamse mesnevinin ikinci parçası)
Cümle Kapısı (2014)
(hamse mesnevinin üçüncü parçası)
Sedat Şanver
Gezgin ve Katil
(2. Baskı)
İletişim:
sedatsanver@gmail.com
yazikulturu@hotmail.com
Baskı Öncesi Hazırlık:
Yazı Kültürü
Baskı:
Kanyılmaz Matbaası
5609 Sokak, No: 13
Çamdibi/ İZMİR
0.232.449 14 43
Baskı Tarihi: 04.04.2014
Yazı Kültürü
Yerel Süreli Yayın
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Sedat Şanver ÖĞE
Yönetim Yeri: Atatürk Mahallesi, 927 sokak No. 4/ 1
Bornova/ İZMİR
0.507.801 22 37
issn: 2146-5290-13
No comments:
Post a Comment