Wednesday, April 16, 2014

DİLİN İSYANI



Babam Reşat Öğe’nin anılarını gizleyen bütün nesnelere











GÜNAH TOPLUMU







inan vakit çok ilerledi
şarkı da yazılmıyor şiir de
bir parçacık gözlerin vardı/ onlara da bakılmıyor artık
inan İranlı bir şair bile bu kadar dayanamazdı











Günah Toplumu

I

Küflü bir caddenin sürdürülen son ezgisi üzerine
sonra sen konuşuyordun: biz severdik ve ölürdük
öylesine yaşardık biz. Geceye düşerdi kötülükler
ve göçebe duygularımız ayaklanırdı duvar diplerinde

Dedin ki: aşk bir aldatmacadır. Damarı çatlayan bir çiçek
aşkın tutsak bir işçisidir.
Ve onlar iyi günleri simgelerler hep
Dedin ki: bütün denizleri sevebilirsin, bütün sonbaharları
hep iyiyi düşünebilirsin elin silaha değmeden

Dedin ki: ay usul döker kendini geceye
acemi türkücülüğünü bilmez günün
Yörük kızı çadırda tanır ilkin zevki
Karacaya sorarsan namlu yüzlü bir kâbustur avcı

Dedin ki: …dilin söylediği ve anlamın inandığı
Ve gecede bir sır gibi parlayan ezginin yanında
kime dönük bu düzenin antenleri
şarkılar kimin için söyleniyor?...


Caddenin diliyle söyleşen ey saf göçebe!
Güz durdu ve kentler akıp gitti
köprülerin altından. Zaman kendinden yana sevdi o dişiyi
Irmaklar çağladı ve güneş
bereketli ovaların çiyleriyle oynaştı. Gün döndü
gecenin dilini söyleyen saf göçebe
Sevgiye doğru yürü, sevinci yanına al
esrik bir güzel uykuna değmeden sakın uyanma…

Dedin ki:
uzaklara, uzaklara gidebilmek ne büyük mucize…



II

Gün döner, ıssız bir tekne düşer
köhnemiş iskelelere. Sen uzakta ağlayan
bir gece kadını, bir sigara ışığı çözer geceyi

Bildiğimiz bütün sokaklar
cumbalı evler ve idadiden kalma bir şapka
solgun bir gül, dingin bir karanlık
Gün döner. Dağılıp gider aydınlık

Bize ne kalır gördüklerimizden?...

Eğer görmek istediklerimiz
erdemli bir toplumun yaşayışı iseydi…

Ne gördük… Ne duyduk… Ne söyledik…
Hangi duaya ters düşmüştük ve
neyi öğütlerdi nebimiz. Sonra
şamdanlar, sonra mumlar, sonra ışıklar
bilmediğimiz bir kentin sarp sokakları
ve yaşam! Neden üzerdi bizi?
Bir kilise yükselirdi ve
erken doğmanın yanlışıyla
haklı gelişen bir sınıf gerçeği
çan seslerini kısardı.

Eğer çöller bizi tek tanrı yoksulluğuna bırakıyorsa

demiştin/ bir doğu gülü denli uzak
bir Urfa çıbanı denli gerçek mevsimleri yaşamıştık
ve ruhumuz hâlâ anlayamamıştı
güzeli tadacak organların köreltilmesini

Güzel! O toplumsal yanlışın kurbanı…

Köhnemiş bir deniz rüyası
kurulmuş bir saat çığlığı
ve gövdeme giren kokusu gübrenin
Kıyı, diyordum hatırlarsın
düşüncemizin kıyında oturup bir gün
kırıntılarını toplamalıydık kendi kültürümüzün
Her şeyden habersiz ne kadar yaşadık kim bilir
Kimdi ölen. Ağlayanlara kim acırdı
ve nerede barınırdı katiller
Günahı en iyi kim bilirdi
ve neden gizlerdik kötülükleri…

Günah!
Sen bence söylenen ve bence anlamlanan bir meyvesin.

Yüzlerce şiirim vardı
ve hepsini yakmalıyım, diyordum.
İçinde sınırlanmış bir nehir barındıran
bütün sözlerimi yakmalıydım.
Yeniden sorgulamalıydım kendimi
inancımı ihbar etmeli ve inkâr
en büyük desteğim olmalıydı.
Üzüntüyü sevinçten önce bilmeliydim.
Doğruyu yalandan tanımalı
gerçeği ve sevgiyi en sona bırakmalıydım
son sevgilim de sen olmalıydın

Şimdi bir çiçek gidiyor gözlerinden sürgüne
Kirpikleri titriyor sonra. Uzadıkça heyecanı uzuyor
Yazdıkça kirleniyor, anlamsızlaşıyor. Yitiyor ansızın
Bir korku yollanıyor bedeninden yüreğine

Araya gittikçe sessizleşen bir ezginin notaları dökülmekte
Bir çimenliğe uzan şimdi. Bir menekşenin sevincine sarıl
Eğer uzaktaysan ve eğer meçhul varsa…
Bir tekne açılır. Bir gül solar. Bir kadın ağlar.
Bir sabah bulmak isteriz:
kuşların ve çiçeklerin özgürce kükreyeceği.

Kuşlara ve çiçeklere merhaba!




III

Dur. Deniz bitti.
Geriye dön ve yeniden başla caddeleri yaşamaya.

Bilirsin;
sokaklar bir devrin aynasıdır
Yollara içtenlikli küfürlerle çıkılır
Ve insan/ acıyı tattıkça hayatı tanır

Bilirsin;
saçlarına güller bezenmiş o takatsiz
o yaban kuşlar avlandığından bu yana
pişmanlık bildiren parlak
sözlerle anılıyor görkemli günler.
Kimse yanaşmıyor uysal bir başkaldırışa
Parmağımı kaldırıp
“Öğretmenim ölüyorsunuz
dişlerinizi kapayın.” diyorum…
Öğretmenlerim ölüyorsunuz, ben hâlâ yaşıyorum ama

Türkiye bir yiğidin içli ülkesiydi ki
gemisini ve türküsünü yitirmiş
ağlayan anaları ve vurulan gençleri hatırlıyordu
Şimdi kendisine ters düşen bu cadde
Bir çağın hayırsız çocuğuydu ki
elleri yaralıydı/ ve parmakları uzuyordu…



IV

Ey cadde: ey çöküşün bilge yangını.
Ve bütün gizleriyle yeraltı.
Ve bu caddede herkesin önünde dansıyla sevişen kadın.

Sen içten bir kadındın
Sözü bitirdin ve yıldızlar
köhne bir bahçede çürüdü, denizler yalpaladı.
Dansına döndün, dolgun kalçalarını sergiledin
ve ayaklarına dek o bereket ürperişini duyan
erkekleri tanıdın. Kaygan bir rezillik tanıdın dudaklarında

İşte bu/ senin şafak tazesi kadının…

Zorunlu bir asiydin.
Ki baban da vurulurdu bir meydanda.
Bahar yüzünü gizleyip gözyaşlarına eğilirdi.
Annenin de elleri değerdi bir zaman ölüme.
Diyarbakır tepelerine çıkıp Dicle’yi devşirdiğinde
öyle kimliksiz, öyle yoksul, öyle gurbet
öyle yalnız akardı Karakoyun. Yağmur da dökülürdü
ayaz bağışlanırdı.
Ve yanında hırsızca kaçırdığın bir sözcük
kekliklerce ürkek, kahramanlarca aşıktın.
Aşk bir aldatmacaydı oysa.
Bir ölünün bedeninde okunurdu sürgünlüğün
Gözlerinden süzülen şarkılardan ve inançlardan uzak
vurgunlara adı yazılı bir gölgeydin.
Adın sancılanan bir gölgeydi.
Şimdi serserice sil ömrünü, sözün yenilmez yiğidisin.
Karşılığını sövgüde
enginlerde bulacak ve hiçbir sınır tanımayan güneşlere
ateşe, suya ve yalıtan havayla toprağa dök kendini
tanıdık hiçbir mısra kalmadı geride. Bahara
hangi gökkuşağından geçince varmıştın. Sabahı
hangi enlemde karşıladın

Geride bir asi ölüsü buldular, ince ince delinmişti yüreği…



V

Güneş doğuyu dönünce
         veya güz sonunda

Çürümüş bir ad, bir tanrı ölüsü
yazgı söylemekle yükümlü bir dudak parçası
ve coğrafyayı tamamlayan bir yaprak

-durdun-

Senin gezindiğin
toprağa değerken utandığın
ılık yellerin bedenini sardığı
ve güneşin doğuyu dönmediği, yağmurun
kısık sesli bilgenin
ve şiirler okuyabildiğimiz son günün ülkesinde
ellerin vardı. Duyarlığın acıya dönük değildi. Sonra

ellerin yere düşüyordu…

Bütün yeteneklerini
elini kınalayan ve omzuna yerleşen yüreği
eriten ve ışığıyla oynaştığımız güneşi

-durdun-

Kalemin elini yaralamıştı
bir daha konuşmayacak gibi susuyordun.

Kalemin elini yaraladı ozan
bir daha konuşmayacak gibi sustun.

Güneş doğuyu dönünce
veya güz sonunda

Senin soyun yoktu
soy kütükleri sensiz hesaplanırdı
anan ve baban efsaneydi senin.
Ülkelerin
veya kentlerin; hiçbir anısı kalmayan
üzerine mısra yazılmayan yıkımların mevsimi başladı.
Düşlerini bir yere kayıtla
Var oluşunu tamamlamış bir piçsin
azığısın toplumun ve bütün serveti sözün

Sözün bütün servetisin.

Güneş doğuyu dönünce
veya güz sonunda

Senin olan şarkıları değiştirdiler
resimlerine çiy düştü. İşte vuruldun
gözlerin ufalandı işte. Değdiğin
bütün kıyılar çürüdüğünde, türkülerin tortusu
ve yağmurun o ılık sesi dudaklarından çekildiğinde
gece çelikleşir ve ölümü süslerdin.
Dilin asi çocuğu! Sözden başka rahmin yok senin.
Oturup ağıtlarını dinlediğin o güzel/ nasıl
nasıl gizleyebilir şimdi kendini

Hiçbir şey değişmiyor artık/  bütün yollar kapanmış
ve sen hiç konuşmayacakmış gibi susuyorsun

Hiç konuşmayacakmış gibi susuyorsun…

Sesinin büyüdüğü bütün dağları
çocukların kardeşlendiği yamaçları
sürgünü, iç çekmesini
ve ölüm için gerekli bütün sözleri yaktılar.
Durdun ve bir böceğe yosunları anlattın

Biten bir günün ardından dedin ki:
Hepimizin bir caddesi vardı,
bir de günah toplumu.
Hiçbir zaman var olmayan,
ama yitirdiğimizi her zaman yinelediğimiz
bir cennetimiz vardı.
Ki ne zaman bir gece bizi yıkmıştır,
kendi cennetlerimize;
yaşamak için anlamlandırdığımız yerlere dönmüşüzdür.
Oysa varlık,
nicedir gözlerimizdeki beldelere düşmüyor…

Göğsümüz kirlidir artık/ yüreğimiz kan yığını
ve ellerimiz utanır bakîr söze değmeye…

Dedin ki: yolun sonu. Dün gece ayrılıkta konakladık
Gök kendince ağladı, tan kendince ağardı
Üzerinde yeminler kırdığımız tarlakuşları uçtular
Onlar uzak bir vuslata ilişkin felsefe artık.

Sonra sustun… Yarım bıraktığın bir şarkı, kırık
bir defne dalı ve barındığın son yurt
bir köşede duruyordu…

Omuzlarıma  basarak yüksel ey inanış!...




VI

Ne varsa bilinen şarkılar üzre
bir serçe yüreğine yüklenmiş sevinçler boyunca
gelgitini kendine çevirmiş
ve kendinden yana yontan günü ve
aşkı yalnız kendi için bilen

Gördüklerimizden geriye ne kaldı şair?...

Acıda biledin kalemini ve sen
en kısa tanımıydın duyarlı yaşamanın.
Kim bilecek şimdi/ yasa tuttuğunu uzun günler ve geceler
o içli mısraları ve ağladığını
onları gizlemek zorunda kaldığında
Resmin çizildi şair ufka. Vuruldun ve gizli gemiler
yol aldı sevinç ülkelerine.

Gün bitti şair. Yeni bir iklim başladı
Kâğıtlarımı topladım ve
kalemimin yazdığı bütün sözleri sildim.
Öfkeden başka yol tanımıyorum artık
İstesem yeni bir şiiri rahatça unutabilirim








Beni ve Kendini Unut



Gülümseyen bir yüz çizebilirdim kendime/ yollara başlamadan
Ki herkesten başkaydım: şairdim. Belki de Usul!







YÜK

-Usul’a ve kendime-



I

Bir yolculuğu yeni bitirmiştim
yollara nasıl başlanacağını unutmuştum.

Hep birbirimize bakıp hep aynı karanlığı görüyorduk.
Biri gelip seni sormaya başlıyordu/ hep seni soruyorlardı.

Evlerin yerlerini değiştirmeliydim, ışıkların renklerini
ve günleri bir sonsuz saate ayarlamalıydım…
Bir yolculuğu yeni bitirmiştim, gözlerim eskimemişti.
Son güzün içinden gelip
gözlerindeki o göçmüş buğuyu silecektim
ülkemi unutmaya kararlıydım…

Neden utanmam gerekiyor şimdi kendimden?...

Sonra seni küçük hüzünlerle bir anmaya başladım
ayaklarımı geyik sanıp sulara koştum.
Nerede doğmuştum, ülkem nerede büyümüştü
ve neden unutuyordum seni…

Dinle Usul!
Sen bahar kadar tatlı vurgunsun
Gecenin dini ve yalnızlığın tanrısısın
Sonbaharın yazdığı yapraksız, kışınsa güneşsiz şiiri
ve sevgiye verilen ödülsün…

Biri gelip seni sormaya başlıyor/ hep seni soruyorlar
senden ötürü utanmamı bekliyorlar…

Şimdi başını yastığa koy ve bütün acıların dinsin
Değil midir Usul:
bütün yollar senden başlar!


II

Diyelim ki savaşmak zorundayız Usul!
Bütün varlığımız ve bütün yokluğumuzla
Diyelim ki dün yanı başımızda birini öldürdüler
birçok kişiyi öldürdüler göğün derinliklerinde
Bir ulusu kurşuna dizdiler
Birçok ulusu kurşuna dizdiler ak duvar önünde
Diyelim ki sustuk ve
ölümü dilimizde, saç köklerimizde duyduk
hiçbir şey görmedik, hiçbir şey söylemeyeceğiz…

Değil midir Usul:
her gün yüzlerce kişi öldürülüyor yanı başımızda
her gün yüzlerce kez öldürülüyoruz
Hiç kimse bize bakmıyor, biz kimseyi görmüyoruz
Yanı başımızda ölüm aynalara saplanıyor
gözlerimiz hiç eskimiyor/ biz küçülmüyoruz
Hep kıyıdan yüzüyoruz geleceğe
bir ayağımız toprakta oluyor hep



III

Hava bulanık bir yağmura döndü Usul
Yıldızlar çözülüp kendi baharlarına dair bir garip söyleştiler
Kırlara çıkıp koltuk değneklerimi bir uçuruma yuvarladım.
Dün, öylece duruyordu dipte/ yarın yaşanmış bir hâlde
Yarın, dedim; ne kadar da geç kalmış düne
Yeniden doğdum böylece
yüzlerce kez öldürülmüştüm oysa…

Böylece koltuk değneklerimi hep fırlatırdım
günün sonu yağış olurdu belki de...

Yazgıma kaldıramadığımız o yük bulanmışsa Usul!...

Bütün yollara senden başlamak istemem
kendime eziyet etmem/ kan kokusunu özleyişim bundan.
Seni bir uzak beldede düşünmem
seni böyle abartmam / senden utanmam
kendimi bölünmüş saymam
ve ağzımı o en aşşağılık
o en müthiş susuşlara hazırlamam bundan
uzaklara gitmek isteyişim / uzakları özleyişim Usul…

Böylece yeniden aradım geleceğin evlerini.
Yasaklar, iğne delikleri ve gece
yeniden doğurmuştu insanları.
Bütünüyle seni aramıştım/ sonuna dek kendimi.
Değil midir Usul:
ben hep aradım/ anlam hep gizlendi.

Şimdi her salı’sını atladığımız
köprülerini yıktığımız
ve gecesini bir ilahi belleyip sığındığımız
bütün günleri kucaklayabiliriz.
Nice ki bedenimiz
bağrında gizlediği o sonsuz hizmeti sunuyor bize
bütün ilaçlarımızı ölüme devredebilir
beynimiz duyarsızlaşıncaya dek
ellerimizi yakıp gözlerimizi arsızlaştırabiliriz.
Değil midir:
bütün salı’ları atlayarak yaşadık
-üstelik hiçbir özelliği yoktu her salı’nın
bir günü yaşamıyorduk ya! O bize yetiyordu…-

Değil midir Usul:
diri bir bahara
sözünü yiğitliğe çevirmiş tanrılara ve insanı
adıyla ve insanı değeriyle tanıyan
bir güne, bir anlama rastlamadık.
İnsan anlamadığımız bir dille söyleşti
böylece hep ölümün sınırında durduk/ dirilişin rahminde

Değil midir:
bir yolculuğu yeni bitirmiştik
yollara nasıl başlanacağını unutmuştuk
Yanı başımızda biri ölüyordu/ gözlerimizi kapatıyorduk.








KAÇIŞ ŞARKILARI







BAŞLANGIÇ


Ölüm, diyorduk; gecenin karşısında durup yüreğine küfredebilene. Ölüm uslandıracaktı savunmasını yırtan insanları. Onlar birer yazgıydı çünkü. Kendi bedenlerinin düşmanları ve yenilgiyi bir kardeş yakınlığı bilenlerdi onlar.
Birazdan ağır aksak bir zaferi kutlamaya başlayacağız. Elbette birileri yenilmiş sayılacak.
Ölüme cesaret!

Bir rüzgâr bütün kâğıtlarımı götürebilir, adını unutabilirim.
Adresin silinir kalemimden.
Yorgun bir ömrün çocuğuyum, göçebe bir söz yitirmişim.
Yaşamak için
daha başka şarkılara da dökmeliyim kendimi.
Sessizliğe sığınıp hüznü renklendirmeliyim.
Elimi kirlensin diye yıkadım çünkü bu ırmaklarda.
Bu doğumu bir daha ölebilmek için yaşadım.
Sürgün bir kelimeyle tutunmuştum dağlara
esvabım kanlıydı.
Sabahın biri bende ışımıştı
bütün bir sıkıntıyı yürümüştüm…

Ölüm, diyorduk; o sonsuz suskuya. Ölüm, diyorduk; o büyük günahı temizleyip korkuyu bize anıt diye sunabilecek geceye. Yaman bir savaşçıydık çünkü: yenilgiye kurulu. Birer orduyduk: kendi çöllerimizde ellerimiz eksik.
Geriye doğru yürüyoruz artık, şarkılara koşuyoruz. Yeniden yeniden bilenecek adlarımız.
Dirilişe cesaret!

Yüzün bir ıssızlıktır senin. Sabahlar
bulanır ellerine ve eğnine asi kıvrımlı
bir ruzigâr bilinir şarkılardan öte.
Ve insan kendini varlık bilip
yeni bir yolu ferman edinir.
Oysa geriye ne kalacaksa geceden
o isyan zamanı ve mahzun çocuklarıyla yeniden
bir küfür saatini kıvranır. Kalıntısı bilinir günün.
İçinde küçük bir maviyle yılların ağıdı. İşte Usul, sen
tam böyle bitirilmiş bir mısranın sabahısın.
Şafaklar ağlasın senin için
ve senin için kanlansın kaputu şairin.
O senin ölüm ülken ve bitmeyecek zafer susuşların.
O senin ölüme dönük yüzün. Issızlığın.

Şimdi sen
taşra kentlerinde bilinmiş tenha saatler
bir vahiyin kör hışırtısı ve yazgının kötü, küçük, karanlık
sözleri. Varlığa ilişkin bir buyruk, yok oluşa inat
yıldız boşluğu…
Ki şarkılar senin sığınağın, diriliş mevsimin.
Göçlerde büyüyen bir el senin zamanın. Sen şairsin Usul!
Yalnız ve kendine yakın...
İsyana denk. Ve uzak/ şarkılarca
mısralar sonsuzluğunca. Büyü Usul!
Büyü ve kendini içer. Beni dışla. Tıpkı insan gibi
tıpkı rüzgar gibi
kuzeyden-güneye, güneyden-kuzeye. Tıpkı
tanyerini yaralamak için suyu tanıyan hançer gibi. İnsan

kıyısında yıllarca durabilir bir kentin. Sokaklar
kendi durgunluğuyla ve eylül sürgünleri
köhne giysileriyle yaşarlar. Yaşam
         dam-
                la
         dam-
              la

kendini harcar ve ölüm
bizim yelkenlerimizle çeker kendini kıyılara. Kıyılara-
kıyılara doğru bir sabi söz, bir eksik mısra. Ama sen
kötü imgelerle bilinen sen!
Mitosların ve rivayetlerin tanrısı! Gezgin sözlerin
ve tutuklu şarkıların avuntu günleri! Elini
ellerimizden ayırdığın gün. Gün… Onların karanlığı.
Gün
Biten ve sonsuz
ve bilgenin yorumunda ve suçun kıyısında gün. Ömrün
ve acının günü.
Gün… Senin karanlığın.
…/…

Sen kendi tarihinsin Usul!
Uzak bir Bedrettin isyanıyla
yeniden büyür gözlerin. Kendinden başla yollara şimdi
Kendini tanı ve büyü.
Büyümek ölmektir sonsuzluk içinde. Büyümek
kavuşmaktır yarına. Susmaların
yasak kitapların
ve partizan mektupların zamanıdır gelecek.
Senin ve ömrün zamanı… Sen
Kendi inkârınsın Usul! Çünkü ölüm
yükseklere kurdu mekânını. Çünkü şarkılar
kendince yazıldı… Böylece büyüdü sözün hükmü. Sen
geceye karşı dinelip o genç
o karışık şarkınla ve ıssızlığa dönük andı bulunan
yüreğinle eskittin günü.
Zaman bitti. Oysa sen
hep bir geceye ağladın. İnsan yanıltmıştı seni. Sen
uzak bir mısranın sabahıydın. Bir başına!

…/…

Bütün bunlar bizim töremiz Usul! Hükmümüz ve tanrıya yaklaşma şeklimiz.
Ama bugünün yalnızlığının yarın da süreceğini kim söyleyebilir ki!
Değil midir: sen, bugün de birçok şeyin en güzel anlatımısın… Bir başına!






BENİ VE KENDİNİ UNUT

I

Gölgemi

kazı duvarlara ve
bütün gökyüzlerine.
Adı coğrafya kitaplarından uzak
ve insanları bir roman hatırına öldürülmüş
ülkelerin bayraklarına söyle inançlarımı.
Beni ve kendini unut.

Gölgemi

uykularında gör.
Son kıyımlardan kurtarılmış
uçları yanık kitaplarda ara düşüncelerimi.
Hasta gözlerini aynalara yaslayıp
saçlarını geriye mahmur savur.
Beni ve kendini unut

Gölgemi

bir kaçışta düşün.
kendisine yetişemeyecek bir yarışta.
Günlerce öldürülen
ve boynu ilmiklerden nasırlaşmaya başlayan bir insanım.
Yaratıcılığının karşılığını bulamamış bir yaşam
ruhu tırnaklarından ileride bir ölüyüm

Gölgemi

bir ölüde düşün. Beni unut.

Gölgemi

ve beni unut.
Hiç ulaşamayacağın bir yerdeyim.
Resimleri ve gölgesi
bütün duvarlarda asılı bir yok’oluşum.
Beni ve gölgemi unut
Adımı hiçbir sürgünde arama.
Baş döndürücü sözlerimi arama şiirlerde.
Sevinçleri unut
bizim paylaştığımız acılardan artakalandı.
Beni ve kendini unut



II

Beni ve kendini unut.
Hiçbir sonbaharda arama beni.

Bilmiyorum
hangi kentte yitirdim adımı.
Hangi sokakta eridi gözlerim.
Kaç yıkımı yüklediler üstüme.
Hangi sevgili parçaladı atomlarımı ve moleküllerimi.
Bir kaçıştan başka
kendime ait neyim var anlatabileceğim.
Yeni bir tarih eskittiğim de yok
günlük tutmak için…

Kesiksiz bir uykuyla bitirilir günler.
Bilincine değen insan ışık motifleriyle süsler efsanesini.
Ölgün ellerini ve çürümüş dişlerini
bütün toplum yapılarına sürmek ister.

“Hep iyiye ve güzele. Daha aydınlık bir geleceğe”
Selam sana ey büyük gece!
Selam sana ey büyük
yaşanmamış destan sevgili!

Gün, ağır bir suçun eşiğindedir.
Güneş ufuk çizgisine döner. Voltalanmamış bütün kara parçalarında katliamlar başlar.
Ayaklarında demir güllerle
insanlar geçer meydanlardan.

Göğe yüksel!…

Göğe yüksel inancım.
Bir yer bul kendine.
Bir ilahi bilincine değsin.
Katliamların
ve büyük ağıtların geride bıraktığı bir müzik.

Ey büyük şiir!
Bana ver kendini.
O gizemli sesin ile
esir al ruhumu

Ey büyük şiir!
Kanla damgalanmış yangınlara bıraktım hayatımı
Bakîr imgelerle kutsadığın yerlerde yaşayıp
erdem yağmurlarında ıslanmış kağıtlara yazıyorum seni
bana ver kendini…

Geç kalan bir insan olmayı seçtim hep
Dudakları aşınmış bir kadını öptüm geceleri
Oturduğum masalar hep bir tek fincanı taşıdı
Belki de bundandır:
hayata denk düşen sözlerde arama beni.

Şimdi dünyanın her yerinde
aynı şey için parlıyor insanların gözleri.
Ve hep aynı el ile öldürülüyor yetkin insanlar.
Adları bir gün olsun indirilmiyor duvarlardan.
Gölgelerine hep aynı ürkeklikle bakılıyor.

Çok yavan kalıyor artık aşklar
ölüme ve yalnızlığa demir atmış biri için.
Büyük işler yapma vakti geldi
her şeyi unutmanın mevsimi








Eski Bir Şarkı




Her şiir ömrünce bir ölümdür






SEVDANIN KIZI

I

Bugün tarihimdir sevdanın kızı
Senin yalnızlığın
___çok
çok kır çiçeklerinin vurgunu
Ve uzak tarlaların hasadında
ağzı işle bilenmiş orakların ışıltısı ve
yanılgının ıssız korkusuyla gelip
beni biçip gitti

Bugün dönüş tarihimdir.
Yeniden başa dönüyorum.
Yıldızlarında tutulan dilekleri
ve yaşamasını yalnız ona bağlayan
insanları ve hepsinin sahibini/ gökyüzünü
ve tanrıyı öldürüp
yeniden başlıyorum
___yeniden
yeniden ölgün sesleri dinliyorum
yeniden yaratıyorum dünyayı

Ve…
Bugünü kanın alacalığında
ve bugünü adressiz yaşamada
bugünü ağlamada ve…

Cuma günü sen de gel koynuma

Sevdanın kızı/ enginlerin ötesi/ ve dostluğun bittiği
Yeni bir tarih/__sevda/ sevdanın kızı

Ve seni
en zehirli sevginle
kanayan dünyaların mayalarında bırakıp
geçip gideceğim ömrü


II

Yeşil salkımların vaktinde döküldüğü
avlularda serinlik içinde
ve kadının en sıcak yeri avucumda.

Seni tanyerinin kızıl ateşiyle yanarken
solgun yüzlü kahvelerde ve parklarda
aşkların film şeridi gibi geçtiği
ve kanın en namussuz anında

-susar-

Anlatılmayan mevsimler
Ki artık geçmiş düşünülür
uzayan tüyleri ve geriye çalışmayan saatiyle anılar
bahçelerde keklik suskunluğu
ve vurulmuş kanat çırpınışı

Kuşları kanadından vuruyorlar bazen.

Beraberlikler ansızın bitmektedir.
Bilinen sıkıntıları
ve dalların sararışını yaşamaktayızdır.
Şimdi rüzgâra yiğitçe açılan göğüslerden
dökülen kalleş kurşunlar
ve öç üzerine söylenen yeminler
ve yol görünmeyen fallarda kalan bir yer vardır.

Ben yaşamak istediğim yerlere “sevinç ülkesi” diyorum.

kadının en sıcak yeri
ve korkunç cinayetler
ve keskin taşlarla yarılan gerdanların
kanayan
kanayan
__kanayan
kanayan yarıkları

Sen de bir ad ver yaşama.

Yalanlar suçsuzdu/ ihanetler bilinmeden yapılıyordu.
Toprak kadar ağır değildi yanlışlıklar
ve seni kendimce bağışlayabiliyordum…
Bilirdim
adın bir çığlıktı çünkü yaşadığımız günlüklerde
sevgilerin bana sıcak gelen adları olurdu.

Sözün bir değeri vardı aramızda. Duymanın ve susmanın bir yazgısı. Güzün kendine söndüğü, yağmurun kendine yağdığı bir öksüz parkta en suçlu kelimeyi öğrenmiş ve ağlayabileceğin hiçbir satır kalmamıştı yaşadıklarından.
Bilirdim; her şeyin bittiği vakit, gök bütün yağmurlarını çeker, toprak o yoksul tohumlarıyla kalırdı. Bir sonsuzluk akardı geriye. Bir sonsuzluk metalik sesiyle oyalardı zamanı…

Şimdi
hiçbir anısı olmayan fotoğrafların var cebimde
hiçbir şarkı seni söylemiyor
ve sana ilişkin bütün mısralar silindi.

Uyu ve adını düşle sevdanın kızı!...




SINIRSIZ SEVGİLER







-ama sen
hayatı, aşkı ve şiiri ferman kılıp
kır çiçekleriyle uçmalısın yârin koynuna-


Işığı yalıt ve sesimi konuş.
Aynalarda yoksul sevgiler barınıyor.
Gecedeki düşlerin sesini dinle.

Gece yarılarını benimle paylaş.
Biraz kendinden söz et bu vakit.
Hırçın kalemler gibi gözlerini
bedenimde dolaştır.
Ağlayan ateşler senin dudakların olmalı
Beni sabaha kadar yak…malısın

Yeni bir düşüncem var, kimseye söylemeyeceğim.

Bu gece benimle kal. Sözünle
Kendini söyle bu sevinç vakti
Işığını yak günün şafakta
Elini göğsüme yapıştır
Gözlerini söyle

Bir şiir oku bana
yeni bir dünya ekleyelim yarattıklarımıza


Unutulan bir şey vardı yaşamda. Hiç el değmemiş, konuşulmamış ve düşlenmemiş. Gökyüzünden pürüzsüz yollar gibi bahçelere inen güneşin sevgilisi unutulmuştur aramızda. Sevgiliyi öpüyorum şimdi, sınırların ötesine uzanıyorum…

Sana bir sorum var:
Neden hep sınırsızlığı özlüyorum?

Bir şiir oku bana. Kendini söyle.
Dudaklarına yakışan en güzel sözü söyle.
Kendini söyle. Sınırları birlikte aşalım.

Ölüm iz koymada kapımıza
Yüzümden sevgimi alacaklar
Seni yanımdan alıp cariye ilan edecekler
Seni yanımdan çıplak alacaklar

Seni sevdiğimi kimseye söylemedim
Sen benim sırrımsın…

Bilir miydin? Hep bir şeyler yazardım sana
yokluğunu silerdim kendimce.
Sonunda gölgeleri aralayıp…

Bu gece benimle kal. Sevginle.
Sana bütün bildiklerimi söyleyeceğim…







Kim duymuş
dost bağından huruc eyleyip
talan eyledim hayâ ummanını?...
Kim buyurur
emir ve riya üzre yaşadığımı?
Ki malumatımdadır
Hallac’ın ve Pir’in müridi
Yunus’un mürşidiyim. Yâr ki ulumdur
yücemdir, saygımdır. Ölüm ki güzeldir.
Uludur ve ben onun asasıyla aşarım yolları.
Onun gözleriyle görürüm kendimi
ve onun sesinde duyarım insanlık türküsünü…

Rivayet odur ki
Ateşe ve suya yazdım şiirlerimi!...





Sedat Şanver (Öğe):
07.12.1963, Urfa…

Yayınlanmış Şiir Kitapları:

Dilin İsyanı (1985)
Aşiret ve Otomobil (1990)
Haremdeki Kadınlar (1994)
Gezgin ve Katil (2004)
Kendine Akan Su (2009)
(hamse mesnevinin ilk parçası)
Devletin Piç Yatakhanesi (2011)
(hamse mesnevinin ikinci parçası)





Sedat Şanver
Dilin İsyanı
(3. Baskı)



İletişim:
sedatsanver@gmail.com
yazikulturu@hotmail.com
http://yazikulturu.blogspot.com



Baskı Öncesi Hazırlık:
Yazı Kültürü



Baskı:
Bassaray Matbaası
Sanat Caddesi, No: 1/5 Çamdibi İş Merkezi
Çamdibi/ İZMİR
0.232.457 71 48



Baskı Tarihi:
29.02.2012



Yazı Kültürü
Yerel Süreli Yayın
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sedat Şanver ÖĞE
Yönetim Yeri: Atatürk Mahallesi, 927 sokak No. 4/ 1
Bornova/ İZMİR
0.507.801 22 37






























issn:
2146–5290

No comments: